Show posts

This section allows you to view all posts made by this member. Note that you can only see posts made in areas you currently have access to.

Messages - MMustafa

16
TERBİYEYE ENGEL OLMAYAN SEVGİ

Bazı baba ve anneler, çocuklarını haddinden fazla sevdikleri için, onların kötü yönlerini asla göremezler. Bazı zamanlar çocuklarının hatasını görür veya başkalarından duyarlarsa, onları rahatsız etmek istemedikleri için, o yanlışlığı görmezden gelirler ve onu tedavi etmeye çalışmazlar.

Başka çocuklara eziyet eden, insanları zahmete düşüren, başkalarının kapısını, duvarını tahrip eden, camı kıran, küfreden, insanların malına zarar veren ve... edepsiz çocukları görmüşsünüzdür.

Ama onların bilinçsiz baba ve anneleri, onları yaptıkları bu çirkin işlerden alıkoymamakla yetinmeyip aptalça gülerek veya onları yersiz yere savunarak onları bu işlere teşvik ederler. Böyle budala baba ve anneler, yersiz muhabbetleri ile dostluk örtüsü altında çocuklarına karşı en büyük hıyaneti yapmış olurlar ve bu zulûm Allah indinde hesapsız kalmayacaktır.

Çocuğu sevmek, onun terbiyesinden gafil olmanız ve onun istediği her işi yapmasına izin vermeniz manasına gelmez. Sevgi, terbiye etmek için bir araçtır, terbiyeye mani olmamalıdır.

En üstün baba ve anneler, çocuğa karşı olan sevginin hesabını, onun terbiyesinden ayırteden çocuklarını samimi bir şekilde seven, ama gerçekçi gözle, onların yanlışlıklarını ve beğenilmeyen sıfatlarını gören ve makûl bir yöntemle onları ıslah etmeye çaba sarfeden baba ve annelerdir. Çocuk, kötü ve çirkin işleri yapmada özgür olmadığını ve böyle işleri yaptığı takdirde cezalandırılacağını bilmelidir.

Devamlı korku ile ümit arasında yaşamalıdır. Baba ve annenin sevgisine güvenmemeli ve kötü işleri karşısında onların sertlik ve öfkelerinden korkmalıdır.

Çocuklarını seven baba ve anneler şunu bilmelidirler ki, çocukları her zaman küçük kalmayacak ve daima onların yanında olmayacaktır. Tam aksine, o, büyüyecektir ve toplumda yaşamak ve insanlarla içiçe olmak zorunda kalacaktır.

Eğer yaşama ve davranış kurallarını bilmezse ve başkalarının haklarına saygı göstermezse halk tarafından sevilmeyen biri durumuna düşer ve insanların ilgi ve sevgisini elde edemediği için iyi ve rahat bir yaşantıdan yoksun olur. Halk, baba ve anne değildir; dolayısıyla sizin hatalarınızı gözardı etmez.

İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurur: "Babaların en kötüsü sevgi ve ihsanda, haddini aşan kimsedir."(1)

Hazreti İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Kendisine edep yüklenen kimsenin kötülükleri azalır."(2)

İmam Muhammed Bâkır (a.s) buyuruyor ki: "Babam, oğlu ile yürüyen bir adamı gördü. O edepsiz çocuk babasının koluna yastlanmıştı. Babam Zeynulabidin (a.s) o edepsiz çocuğa o kadar kızdı ki ömrünün sonuna kadar onunla konuşmadı."(3)

(1)- Tarih-i Yakubi, c.2, s.320.
(2)- Gurer-ul Hikem, c.2, s.465.
(3)- Bihar-ul Envar, c.74, s.64.

İbrahim Emini - TEBYAN
17
Din Bilgisi / Bir Namaz
10 Şubat , 2015, 22:51:38
Bir Namaz



Selime üç aydır mescide gidemiyordu. Ezan sesini duyduğunda, her zamankinden daha çok mescide gitme arzusu uyanıyordu onda... Çok, ama çok özlemişti mescidi, orada kılınan o muazzam cemaat namazlarını... Bebeğini dünyaya getireli üç ay olmuştu. Onu yanına bırakıp gideceği kimsesi olmadığından, bu müddet zarfında mescidden ve cemaat namazından bütünüyle mahrum kalmıştı. Kocası seyyar satıcıydı; hurma satardı, ailesinin geçimini sağlayabilmek için sabah erkenden evden çıkar, akşama değin Medine sokaklarını dolaşır dururdu... Bu sebeple de ne ev işlerine yardımcı olabilecek vakti vardı; ne de bebeğe bakması için bir dadıya verecek parası... Selime buna rağmen, hayatından memnundu. Fakat yine de ezan sesi kulağına çalındığında bir garip hüzün çöküveriyordu yüreğine... Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve âlih), mescide hayat veren o sımsıcak ve yumuşak sesini hatırlıyordu hemen... Ezan sesini duyduğunda, tıpkı geçmiş günlerde olduğu gibi çabucak mescide gidip cemaate katılabilmeyi ne kadar da arzuluyordu... Ne yazık ki bu arzu, üç aydır yüreğinde kalmıştı.

Üç ay önce doğum yapmıştı. Onun ilk çocuğuydu bu... Yavrucak hep ağlıyordu, rahatsızdı, susmak bilmiyordu bir türlü... Bu yüzden Selime genellikle çok yorgun ve uykusuzdu. Mescide gidip cemaate katılır ve Resulullah'ın (s.a.a) ardında namaza duracak olursa bütün yorgunluğunu unutacağını, içinin mutlulukla dolup, yeniden neşesine kavuşacağını bilmiyor değildi. Fakat bebeği kime bırakacaktı? Kimsesi yoktu ki...

Hava kararmak üzereydi. Tam o sırada ezan-ı Muhammedî sesi Medine semalarında çınladı: "Allah-u Ekber!"...

Selime'nin yüreğine o âşina hüzün bulutu çökmüştü yine... Gözleri bebeğine takıldı, bakışlarını ondan ayırmaksızın bütün varlığıyla ezanı dinlemeye başladı... Yavrucak uyuyordu, pek sakindi bugün... Selime'nin tahammülü kalmamıştı artık. Resulullah'ın (s.a.a) cemaatine katılmalıydı. Aceleyle yerinden doğrulup abdest aldı, giyinip örtündükten sonra itinayla yavrusunu kucağına alıp evden çıktı. Hızlı adımlarla mescide doğru yürümeye başladı. Heyecanla etrafına bakındı; adımları âdetâ kendiliğinden mescide sürüklüyordu onu. Tedirgindi, cemaate yetişebilecek miydi acaba?.. Mescidin kapısına vardığında rahat bir nefes aldı, namaz henüz başlamamıştı. Cemaate yetişebilmenin verdiği coşkun bir mutlulukla mescide girdi. Bu sırada kucağındaki yavrusuna takıldı gözleri, uyanmıştı; gözlerinin içi gülüyormuşcasına tatlı bakışlarıyla gülümsüyordu annesine. Selime'nin sevincine diyecek yoktu, "Keşke daha önce akıl edebilseydim bunu!.." diye söylendi kendi kendine, "Boşuna sıkmışın kendimi demek ki... Daha önce de çocuğumu yanıma alır, mescide gelebilir ve cemaatle namaz kılabilirdim pekâlâ... Hem de Resulullah'ın arkasında... Onun imametinde kılacağım bir rekat namaz bile büyük ganimettir benim için!.. Onunla cemaat kılmak varken, evde tek başıma nasıl kılabildim namazlarımı bunca süre?!"

Birden müezzinin "Namaz başlıyor, acele edin!" diye bağırdığını duydu. Çabucak kendini toparlayıp saflara doğru yürüdü, bir safta durup boş bir yer aramaya başlamıştı ki Resulullah'ın (s.a.a) tekbir sesini duydu. İftitah tekbiriydi bu, namaz başlamıştı.

Selime, bebeğini yavaşça yere, mescid zeminine serilen hasırın üzerine bıraktı. Çocuk sakindi... İçinden, namaz bitinceye kadar onun böylece sakin durmasını ve üç aydır cemaat namazı kılamayan annesinin bunca özlemden sonra ilk namazını gönül huzuruyla kılmasına izin vermesini diledi. Ardından, hemen hazırlanıp tekbir getirerek namaza durdu.

Resulullah'ın (s.a.a) gönüllere hayat veren, kalpleri huzurla dolduran sesi duyuluyordu şimdi... Onun sesinden başka çıt yoktu mescidde... Mescidin duvarları, dışarıdaki kuşlar, hatta gökyüzü bile onu duyabilmek için susmuştu âdetâ. Selime, Resulullah'ın (s.a.a) tilâvet ettiği Hamd suresi'ni dinliyordu bütün varlığıyla... Bu sureyi Resulullah'ın (s.a.a) ağzından duyabilmek, üç aydır nasip olmamıştı ona... Allah Resulü, Hamd suresi'nin âyetlerini sakince, tane tane okumadadaydı. Selime'nin kalbi, tarifi imkansız bir coşkuya garkolmuş, sınırsız bir huzura gömülmüştü.

Resulullah'ın (s.a.a) tekbir sesiyle herkes rükuya vardı: "Subhâne rabbiy'el âzimî ve bihamdih..."

"Allah-u Ekber!"..

İşte tam bu sırada... Tekbir sesinin hemen ardından ansızın yükselen bir bebek çığlığı, mescidin bütün sessizliğini bozuverdi...

Selime'nin bebeğiydi bu!.. Dünya başına yıkılmıştı birden sanki... Mescidin huzur veren sessizliği, onun bebeğinin çığlıklarıyla bozulmuştu işte!.. Pek utandı, ne yapabilirdi ki?! Namazını bozamazdı, bebeğin çığlıklarıysa dinmek bilmiyordu hiç!.. Selime, namazın nasıl bittiğini anlayamadı; mahcubiyetten kıpkırmızı olmuştu yüzü.. Bebeğini mescide getirmekle herkesin huzurunun kaçmasına sebep olduğunu düşündükçe mahcubiyeti artıyor, çocuğunu mescide getirdiği için kendisini suçluyordu. Bütün dileği, namazını bir an önce bitirip çocuğunu alarak, mescitten hemen uzaklaşabilmekti.

"Allah-u Ekber!"

Herkes doğrulmuştu, Selime de doğruldu. Çocuk halâ ağlıyordu...

Namazın ikinci rekatı çok çabuk bitmişti. Resulullah (s.a.a) Hamd suresi'nin ayetlerini aceleyle okumuş, rüku ve secdeyi de çabucak tamamlamıştı. Namazın üçüncü rekatı da her gün alışılagelen süreden daha erken bitti.

Selime'nin bebeği olduğu gibi ağlamaktaydı. Ne yapacağını bilemiyordu; aklı hep bebeğinin yanında olduğundan, Resulullah'ın (s.a.a) o gün namazı çok erken bitirdiğini farkedemedi. Selime, bebeğinin namaz kılanları rahatsız ettiği, mescidin huzur ve maneviyatını dağıttığı düşüncesiyle üzgün ve mahcup bir halde çocuğunu alıp çabucak mescitten çıkmak istedi. Ansızın Resulullah'ın (s.a.a) gülümseyen çehresiyle karşılaştı! Resulullah (s.a.a) Selime'nin bebeğinin yanına diz çökmüş, ona bakarak gülümsüyorlardı!.. Allah Resulü'nün gülümseyen yüzünü gören bebek hemen sakinleşivermişti, artık ağlamıyordu!..

Mesciddeki cemaat, o gün namazın bir hayli erken bitmesini şaşkınlıkla karşılamış, buna bir anlam verememişlerdi. Resulullah'ın (s.a.a) namaz biter bitmez kalkıp gittiğini görünce de şaşkınlıkları bir kat daha arttı. Resul-ü Ekrem (s.a.a) çok geçmeden geri dönmüştü, hemen etrafına toplanıp bu davranışının hikmetini sordular. Hz. Peygamber, "Duymadınız mı?" buyurdular, "Bir bebek ağlıyordu..."

Mescidde bulunanlar, o bebeğe yardımcı olabilmek için Resulullah'ın (s.a.a) namazı erken bitirdiğini anladılar.

Selime, mahcup değildi artık... Bebeğini şefkatle kucaklarken "Seni gidi yaramaz..." diye mırıldandı, "Öylesine ağlayıp şamata kopardın ki, Resulullah (s.a.a) bizzat ilgilendi seninle. Büyüdüğün zaman bu olayı hatırlatacak ve Resulullah'ın (s.a.a) çocukları ne kadar sevdiğini anlatacağım sana."

Alıntıdır. Kaynak: Kevser Yayıncılık
18
Din Bilgisi / Arifler ve AŞK
10 Şubat , 2015, 22:50:48
ARİFLER AÇISINDAN AŞK

Geçen bölümde felsefeciler ve Akliyyunun kamil insanını incelerken onlara göre insanın özü ve zatının "akıl"dan ibaret olduğunu, akıl dışında her şeyin ancak vesile kabul edilip insanın özüne ait bir parça şeklinde yorumlanmadığını belirtmiş ve felsefecilere göre "ben"in akıl, düşünce ve mantık gücü demek olduğunu söylemiştik.

Tasavvufçulara göre akıl ve düşünce gücü insanın "ben"i değildir; bu güç ancak bir araç mesabesindedir. İnsanoğlunun gerçek"ben"i, onların "gönül" ya da "kalp" diye tanımladığı şeydir; bu sebeple insan, benliğine akılla değil, gönülle kavuşur, esasen onun bütün benliği kalp ve gönülden ibarettir. Felsefecilerin akıl adını verdikleri "öz benlik"i tasavvufçular "gönül" olarak saptamış ve insan gerçeğinin düşünce gücü değil, gönül ve kalp olduğu neticesine varmışlardır. Tasavvufun sözünü ettiği kalp, maddi vücutta yer alan ve bir parça etten ibaret olan yürek değildir; manevi kalptir, "gönül" dür, insanoğlunun bütün duygu ve isteklerinin merkezidir. Keza bu "gönül" de düşünceye yer yoktur, orada ancak "his" vardır. Dolayısıyla tasavvufi idrake düşünceyle değil, "his" ve "sezgi"yle varılır.

İnsanoğlunun en güçlü duyguları olan aşk ve sezginin arif ve tasavvufçu nazarında fevkalade ehemmiyeti vardır. Meselenin bu noktasında şunu da hemen belirtelim ki tasavvufçunun sözünü ettiği aşk kavramı, günlük hayatta alışılagelen aşk kelimesinin aktüel anlamı değildir. Aktüel anlamda aşk, cinsel bir kelimedir, cinsi duyguları anlatır. Arifin mevzubahis ettiği aşksa ilahi aşktır; insanı Allah'a yaklaştırır. Onun aşkı Rabbidir, arifin sevgilisi Allah'tır, herhangi bir insan ya da şu veya bu şey değildir. Üstelik tasavvufçuya göre bu aşk sadece insana özgü de değildir. Bütün yaratıklarda aşk vardır, bütün mevcudat ilahi aşkı taşır ve yaşar. Tasavvuf kitaplarında bu mesele başlıbaşına bir bölüm teşkil eder, özellikle tasavvuf eğilim gösteren "Esfar" gibi tanınmış felsefi eserlerde "aşkın bütün mevcudatta cereyan eden bir gerçek olduğu" hususunda özel bir bölüm ayrılmıştır. Onlara göre aşk, bütün mevcudatta cereyan ve sereyan halinde olan yegane gerçektir. Bu sebepledir ki "teneffüs ettiğimiz şu havada, toprakta, taşta ve bütün atom parçacıklarında -ilahi- aşk vardır" derler. Tasavvufçuya göre zaten yegane gerçek de aşktır; yâni ilahi aşk dışında ikinci bir "gerçek" yoktur, bu aşk dışında kişinin gördüğünü ya da var olduğunu zannettiği herşey mecazidir. Mevlana bunu şöyle anlatır:

"Aşk bir okyanustur. Gök ise bu okyanusa nispetle bir köpük gibi... Züleyha'nın Yusuf'a vurgun oluşu gibi tıpkı..."[1]

Evet, arifin nazarında aşk bir okyanus; gök ve bütün tabiat ise bu okyanusun küçücük bir zerresi gibidir. Onun nazarında aslolan ilahi aşktır; yerin ve göğün bu aşka nisbetle değeri, hemencecik sönüveren bir köpüğün değerinden fazla değildir. Nitekim Hafız şöyle der:

"Biz görkem ve makam için gelmedik bu diyara.
Kaderin cilvesi sonucu sığındık buraya aslında.
Yokluktan başlar bu yolculuğumuz, biz aşk menzilinin yolcularıyız.
Varlık diyarına varabilmek için bunca yolu kat ederiz biz."

Hafızın bu şiiri Sahife-i Seccadiye'den alınmış [2] bir cümlenin tercümesidir, fevkalade derin bir mana taşır:

"Allah'a hamd, Resulüne ve soyuna salat ve selamdan sonra... Allah Teala bütün alemi yokluktan yaratmış ve ibda etmiştir ("ibda etmiştir"den maksat, alemin belli bir örnek ve benzer üzerinde yaratılmadığı, kendine has bir özellikle yoktan var edildiğidir). Ardından aleme -bütün yarattıklarına- kendi sevgisini vermiş, onlara ilahi aşkı kazandırmıştır." [3]

Hafız bu cümleye istinadan kendisinin yokluk dünyasından varlık dünyasına geldiğini ve ilahi aşkla var olabilmeyi başardığını söyleyerek dünya yaşantısının bunca meşakkatine bu aşk ve bu varlığa ulaşabilmek için katlandığını anlatır.

KEMÂLE ULAŞMANIN YOLU

Tasavvufçuların deyişiyle insanoğlu için bütün alemde ilahi aşktan başka bir gerçek ve değer mevcut olmadığına göre" onun nazarında insan gerçeği nedir?" sorusuna bir cevap aramak gerekir. Zira tasavvufçuyla felsefeci arasında gayet açık bir görüş farklılığı vardır burada. O, felsefeci gibi insan gerçeği "düşüncedir" dememekte, insan gerçeğinin "gönül" olduğunu söylemektedir. Tasavvufçunun gönül dediği şey de ilahi aşkın merkezinden başka birşey değildir. Burada şöyle bir netice çıkmaktadır ortaya: Tasavvufçunun "ben"i düşünen bir ben değil, gönülden seven ve aşık olan bir "ben"dir.

Felsefeciye göre kemale ermek isteyen bir insan bunu ancak akıl ve düşünceyle başarabilir; mantık gücüyle, istidlalle, kıyasla, sebep ve sonuç ilişkilerini en ince ayrıntılarıyla hesaplayıp doğru teşhiste bulunmayla mükemmelleşebilir. Oysa ki tasavvufçuya göre bunlara hiç de gerek yoktur:

"Arif kişide okuma -yazma harf ve istidlal arama !
Kar gibi apak ve tertemiz bir yürekten başka bir şey yoktur onda"

Evet, tasavvufçu sebep ve sonuç ilişkileriyle ilgilenmez, mantık ve istidlale itina etmez; onun için önemli olan tertemiz bir kalbe sahip olmak, nefsini tezkiye ve terbiye edip ahlak-i rezilaneden arıtmak ve elinden geldiğince Hak'tan gayrı hiç bir şeye ilgi ve temayül göstermeyip bütün kalbiyle Allah'a yönelerek onu gayri ilahi isteklere götürebilecek olan nefsini kontrol etmektir. Tasavvufçu "Allah'tan başka hiçbir düşünceye yer verme kalbinde" der. Zira Allah'tan ve O'nun aşkından başka her düşünce bir kara dev gibidir, bir canavardır. İçinde bu canavarı taşıyan bir kalbe meleğin (ilahi nur) girebilmesi mümkün değildir. Hafız bu düşünceyi şöyle anlatır bir şiirinde:

"Karar verdim, başarmaya çalışacağım
Üzüntülere son verecek bir şey yapacağım !
Gönül halvetgahı ağyarın sohbet mekanı değil !
Dev çıkınca melek girer bu gönle
Ahkam sohbetleri uzun gecelerin karanlığı gibidir.
Işığı güneşte ara, sen çağırsan o gelir.
İnsafsız dünya ağasının kapısında ne kadar bekleyeceksin daha?
Bekleye dur sen hele, "gelecek" diye kahya...
Hazine bulmak istiyorsan dilenciliği bırakma
Bu yolun yolcusunun öğüdü bu, unutma."

Bu dünya görüşüne göre insanı kemale götürecek yegane şey nefsin ıslahı ve terbiyesidir; bu anlamda kişi nefsini terbiye ettiği ve Allah'tan başka hiçbir düşünceye zihninde yer vermediği ölçüde kemale erecek ve mükemmelleşecektir. Arif kişi bunu başarabilmek için dış dünyadan kopmalı, arzu ve isteklerini elinden geldiğince yenerek köreltmeli ve bütün varlığıyla kendi iç dünyasına kapanmalıdır. Onu kemale götürecek yegane yol budur; ilmi araştırmaların, sebep -sonuç ilişkileri üzerine yapılacak tartışma ve incelemelerin, istidlaller ve mantık mukayeselerinin hiçbir faydası yoktur. Mevlana bu inancı şöyle anlatır:

"Mantıkçıların temeli yaş tahtaya benzer
Yaş tahtaya ise ayak basılmaz elbet."[4]

Mevlana diğer bir şiirinde ise bu görüşü şöyle dile getirir:

"Akılcının sözü inci mercan olsa da
Candan söz edenin sözü bambaşkadır
Can bahsi apayrı bir mevzudur şüphesiz
Can kadehi bambaşka can katar canlara."[5]

Netice nedir ? Bilgi ve düşünceyi esas alan felsefeci ya da akılcıya göre bilgi ve mantıkla yürüyen insan sonunda başlıbaşına bir cihan olacaktır; bilgi, düşünce ve mantıktan müteşekkil bir cihandır bu. Ona göre düşünce ve mantık gücüyle yola çıkarak kendisini bilgiyle donatan kişi, neticede bütün varlık alemini -genel de olsa- kendi beyninde şekillendirecek ve zihin gücüyle bu alemin bütününü aklında yansıtarak kavrayabilecektir. Başka bir deyişle hekim -bilge- kişinin varacağı yolun sonu bilgi ve "dünyayı görmek"tir. Peki, "arif"in yolunun sonu nereye varmaktadır acaba? "Arif"in yolunun sonu "varmak"tır, "görmek" değil! Peki, neye varmak ister o ? Hakk'ın zatına ! Ona göre, insanoğlu kendi içini temizleyebilir ve aşk bineğine binerek yoldaki menzilleri daha mükemmel bir insanın (pir) öncülüğü ve kılavuzluğunda kat edecek olursa sonuçta onunla Allah arasında mevcut bütün hicaplar -örtü ve perdeler- ortadan kalkacak ve tasavvufçunun deyişiyle kişi -arif- Allah'a ulaşacak, O'na kavuşacaktır. "Kur'an'da "Likaullah"tan söz edilmektedir" der. Tasavvufçunun varmak istediği ve istekle varacağına inandığı sonuç budur. O, tepeden tırnağa bilgi ve düşünce dünyası kesilme arzusunda değildir, varlık alemini bütünüyle kendi içinde yansıtabilecek bir ayna olabilme peşinde de değildir. O, yansıtmaktan ziyade alemin merkezine varmak azmindedir:

"...Ey insan, şüphe yok ki sen, Rabbine ulaşmak için meşakkatler içinde didinir durursun da sonunda O'na kavuşursun..." [6]

Evet, o makama varan kişi her şeye sahiptir artık, onun her şeyi vardır, ancak bu makama varabilmeyi başaran kimsenin artık hiçbir isteği de kalmamıştır. Meselenin püf noktası da buradadır işte; öyle bir makama varıyorsunuz ki size her şeyi veriyorlar, ancak burada sizin O'ndan başka hiçbir şeye ilginiz yoktur artık. Ebu Said Ebu'l Hayr bunu şu şiiriyle çok güzel anlatır:

"Seni tanıyan kişinin can nesine gerek?
Ev-bark, çoluk-çocuk, nesine gerek?
Aşkınla deli olana iki cihanı verdin
Sana vurgun olana iki cihan ne gerek?"

Evet, hiçbir şey istemediği bir sırada her iki cihanı da bağışlıyorsun ona... Seni tanımadığı sürece her şeyi isteyip durur, fakat o zaman vermezsin. Seni tanıyı verdiği zamansa her şeyi verirsin ona, ancak bu sefer de onun hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmamıştır artık. Seni tanıyan biri ancak seni ister; senden başka hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmaz onun. Zira sen dünya ve ahiretin ötesinde bir gerçek, bütün isteklerin ötesinde bir sevgilisin.

Burada mezkur tasavvufi görüşlerin İslami ölçülere uyup uymadığı bahsine girmeyeceğiz. Zira bu son derece teferruatlı bir açıklamayı gerekli kılmaktadır. Ancak buraya kadarki açıklamalardan sonra asıl konumuz olan kamil insan hakkında tasavvufi görüşün ne olduğu ve tasavvufta kime "kamil insan" denildiği mevzunun belli bir netlik kazandığı şüphesiz. Tasavvufçu görüşünde kamil insan Allah'a ulaşabilen, O'nu bulabilen insandır; bu insan Allah'a kavuşunca bütün Esma ve Sıfat-ı ilahinin mazharı oluverir. Başka bir deyişle O'na kavuşan arif, Zat-ı Hakk'ın kendisinde bütünüyle zuhur ve tecelli ettiği bir ayna durumuna gelir. Daha önceki bahislerimizde felsefecilerin kamil insan olarak tanımladıkları modelin İslam nazarında kamil değil, nispeten kamil insan olduğunu belirtmiştik. Şimdi de tasavvufçu görüşün kamil insan modelini ele alacağız. Burada önce şu soruya belli bir cevap aramak gerekir: İslam'da nefsini tezkiye etme ve nefsini arıtmaya çalışma gibi bir mesele sözkonusu mudur? Bu sorunun cevabının "evet" olduğunu hemen belirtelim, zira mesele, Kur'an'da da sarihen geçmekte:

"Andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir..." [7] ve ardarda geçen on bir yeminden sonra Kur'an-ı Kerim mealen şöyle buyurmaktadır: "Kurtuluşa erenler, nefislerini tezkiye edip kendilerini arıtanlardır; nefislerini fasid ve kendilerini tebah edenlerse zavallı olup gitmişlerdir elbet..."

-------------------------
[1]- Mesnevi, s.520
[2]- Sahife-i Seccadiye, İmam Seccad Zeynelabidin (a.s) hazretlerinin tanınmış eseridir, ilmi ve irfani muhtevası ve edebi değeri pek yüce bir eserdir - çeviren-
[3]- Sahife-i Seccadiye, 1. Dua.
[4]- Mesnevi, s,56.
[5]- Mesnevi, s,41.
[6]- İnşikak, 6.
[7]- Şems, 9-10.


Alıntıdır. Kaynak kitap: İnsan-ı Kâmil - Murtaza Mutahhari
19
Din Bilgisi / Hz Şuayb (a.s.) ve Namaz
10 Şubat , 2015, 22:49:13
Hz Şuayb (a.s) ve Namaz




ŞUAYB(AS)'IN KISSASI VE NAMAZIN HAKİKATİAHMET YASİN YİĞİTOĞLU

Şuayb (as), Yüce Rabbimizin göndermiş olduğu hidayet önderlerindendir. Merhum İmam Humeyni Hazretlerinin beliğ ifadesiyle: "Hidayet yolunun piri ve insanlık âleminin öncüsü" dür.Hakikaten de Şuayb (as) hidayete ulaştıran eşsiz bir kılavuz ve insaniyet mektebinin en mümtaz şahsiyetlerinden biridir. Kur'an-ı Kerim muhtelif yerlerde Şuayb nebinin kıssasından örnekler sunmuş ve onun namazına özel bir vurgu yapmıştır. Bizler de meseleyi bu cihetiyle ele almaya çalışacağız.

Medyen ve Eyke halklarına peygamber olarak gönderilen bu yüce nebinin hayatı ve mücadelesi bizler için hayati derslerle doludur.Şuayb peygamber kavminin hidayete ermesi için var gücüyle çalışmış, onların hak yola muhalif hal ve davranışları üzerine onları ciddi manada ikaz etmiştir. Ancak çoğunlukla ilahi davetine menfi yanıtlar almıştır. Şuayb peygamber onlara: "... Ey halkım! dedi. Yalnız Allah'a ibadet edin çünkü sizin ondan başka ilahınız yoktur. Hem ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizin bolluk içinde olduğunuzu görüyorum. Ama böyle devam edecek olursanız, sizi azapla kuşatacak olan bir günden korkuyorum." (Hud 11/84). Kavminin bu ikazlara yanıtı ise şöyle oldu: "Şuayb! Atalarımızın taptıkları tanrılarımızı terk etmeyi yahut mallarımız konusunda istediğimiz şekilde davranmamızı senin namazın mı emrediyor." (Hud 11/87).

Bu ayetlerin muhtelif boyutları olduğunda hiç kuşku yok. Lakin burada namaza muazzam ve fevkalade bir vurgu var. Bu ayetlerden namazın ferdi boyutunun yanında içtimai-iktisadi ve siyasi boyutunun da olduğunu anlıyoruz. Evet, namaz insanı miraca yükselten çift kanatlı bir binek gibidir ki bir kanadı küfürden rahatsız olmayı diğer kanadı ise küfrü rahatsız etmeyi temsil eder. Mü'minin namazı ancak bu şekilde kâmil bir namaz olur. Aksi takdirde kul namaz kıldığını sanır oysa "Vay o namaz kılanların haline ki onlar kıldıkları namazlardan gafildirler." (Maun Suresi 4-5. Ayetler). ayetinin açık bir muhatabı olur da farkına dahi varmaz. Şuayb nebinin namazı kâmil bir namaz idi. Zira o kavminin yaptıklarından rahatsız oldu. Namazı iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı gerektirdiği için de onları ikaz etti. Şanlı nebinin bu ikazı elbette ki onları rahatsız etti.

Şu halde namaz; bireye birtakım sorumluluklar yüklemeli ve onu hak yolunda uğraşı için harekete geçirmelidir. Şuayb nebinin inkârcı ve isyankâr kavmiyle aynı habis ruhu taşıyan şer odaklar o namazdan rahatsız olmalılar. Namaz iman ile inkâr arasında bariz bir farkı ifade eder. Küfürden teberra etmenin adıdır namaz. Şirkten, isyandan, tuğyandan, şehvet, zulüm ve nifaktan beri olmaktır. Nitekim kâinatın andelibi olan Muhammed (as)'ın namazı da böyle bir namaz idi. O kıyama durup Rahman'ın ayetlerini kıraat etmeye başladığında müşrikler dehşete kapılıyordu ve onun namazını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Alak suresi ise Namazdan alıkoyanı görmedin mi" şeklinde yanıt veriyordu bu insanlara. Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki namazı böyle bir namaz idi. Aşura'daki namaz ruhun Rahmana yükselişinin bir numunesiydi. Ki peygamber reyhanesi az sayıdaki ashabıyla savaşın en şiddetli anlarında namaz için durmuş ve habis ruhlu insanlar ona namazda saldırmıştı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin mecliste ikame ettiği namaz da böyle bir ruha sahipti.

İslam tarihi Hz. Ömer ve Hz. İmam Ali gibi yüce şahsiyetlerle Mihrab şehidi kavramıyla tanıştı. Ve günümüzde de Ramazan El Buti ile Şeyh Ahmet Yasin gibi şahsiyetler bu ulvi mertebeyi kazandılar. Zira onların da namazı bir meydan okumaydı. Saray mollalarından farklılardı. Bir tarafta çok güzel namaz kıldırıp güzel tilavetle kuran okuyan kimseler İslam düşmanlarınca ödüllendirilirken öte yandan böylesi şahsiyetler şehit ediliyor. Peki niçin? Çünkü bu insanların rehberi Şuayb nebiydi. İman ve hakikat dersi almışlardı bu kutlu nebiden. Kadı Şureyh değillerdi. Şuayb nebi gibi hatibul enbiyaydılar. Siyonistler ve Siyonizm'e hizmet eden, bu korsan rejimin bekçiliğini yapanlar bu nurani simaları hazmedemediler. Onların kıyam bildirisi hükmünde olan namazlarına tahammül edemediler. Birini sabah namazı çıkışında habis Siyonistler, diğerini ise tekbirlerle kafa kesen, insan eti yiyen haricilerin çağdaş halefi olan sözde Müslüman ama hakikatte Siyonizm'in maşası olan vahabiler hunharca katlettiler. İşte bu mübarek şahsiyetlerin şanlı şahadetleri bize öğretti ki namaz küfre karşı mevzilenmenin, tavır almanın ve duruş sergilemenin adıdır. Tekbirlerle Müslüman boğazlayanların namazı namaz değildir. ABD ve Siyonist İsrail'den aldıkları silahlarla Müslümanları hedef alanların namazı namaz değildir. Dünyanın muhtelif yerlerinden Müslümanların katliam haberleri gelirken ve kardeşlerimizin feryad u figanları gök kubbeyi titretirken onlardan bahsetmeyip namazın rükunlarından bahsedenlerin namazı namaz olamaz. İyiliği emredip kötülükten sakındırma farizasını yerine getirmediği için gece namazına durdukları halde helak edilen kavmin durumu sözlerimize delil olarak kâfi gelmektedir.

İlahi bizleri namazı hakkıyla eda edenlerden eyle. Ayaklarımızı hak üzere sabit kıl ve mukaddes dininin düşmanlarına karşı bizlere güç ve zafer ver.

Alıntıdır. Kaynak: www.halkhaber.org
20
Din Bilgisi / Nebevi Sünnette Ahlaki Eğitim
10 Şubat , 2015, 22:48:19
Nebevi Sünnette Ahlaki Eğitimin Hedefi

Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt'in sünnetinde ahlaki eğitimin nihai hedefi, kendi ahlaki vazifesini çeşitli şekillerde, müstakil olarak veya muteber mercilere başvurarak teşhis edebilecek, iç ve dış etkilerin tesiri altında kalmadan kendi görevleriyle amel edebilecek öğrencilerin eğitilmesidir.

Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt'in sünnetine dikkat edilecek ve bazı beşeri ahlaki eğitim ekolleriyle kıyaslanacak olursa Peygamber'in (s.a.a) ve Ehlibeyt'in  sünnetinde ahlaki eğitim hedefi, ne aklı ve düşünceyi tamamen kenara atmakta, ne de gereğinden fazla büyütmektedir. Aksine beşeri aklı gerçek haddi ve ölçüsünde olduğu gibi görmektedir. Diğer taraftan onların sünnetinde vahyin yüce bir yeri olmasına rağmen hiçbir zaman beşeri aklın ve anlayışın yerine geçmemiştir. Diğer bir deyişle Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt'in  sünnetinde ahlaki eğitimin hedefi gerçekçi bir bakış açısıyla hem aklın hakkını vermekte hem de vahyin. Yani hiçbiri bir diğeri bahane edilerek uzaklaştırılmamaktadır.

Ahlaki Eğitimin Önemi

Müslüman âlimlerin görüşüne göre ahlak ilmi en yüce ilimdir. İbni Miskeveyh bu hususta şöyle söylemektedir:

"Bu ilim diğer tüm ilimlerden daha iyidir. İnsanın davranışını, insan olduğu için iyileştirmeye çalışmaktadır." [1]

Bu yüzden İslam âlimleri Müslüman talebelere bütün ilimlerden önce ahlak ilmini öğrenmeyi ve nefis tezkiyesi yapmayı tavsiye ederler. Ahlak ve ahlak eğitiminin öneminin sırrı, insan ruhunun da bedeni gibi sağlıklı ve hastalıklı olabilmesinde gizlidir. Bu yüzden Allah Teâla münafıkların ruhunu hasta olarak nitelendirmekte ve haklarında şöyle buyurmaktadır:

"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır." [2]

Ruhi hastalıkların en önemlisi insanda rezil ahlaki sıfatların varlığıdır. Bu hastalığın varlığı kötü etkiler bırakır. Öncelikle bu hastalığa sahip olanların iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırma kudreti zayıflamaktadır. Meşhur atasözünde sağlam kafa sağlam vücutta bulunur denmektedir. Bu atasözü bedenin sağlığı için aklın salim olması gerektiğine dair önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Yani hakkın derk edilebilmesi ve iyinin kötüden, hakkın batıldan ayırt edilebilmesi için akıl sağlığı şarttır. Ama Kuran'ın bakış açısına göre insanın hakkı derk edebilmesi, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt etme gücüne sahip olması için beden sağlığının yerinde olmasının yanı sıra ruh sağlığına da sahip olması gerekmektedir.

Mutaffifin suresinde şöyle okumaktayız:

"Ona ayetlerimiz okunduğu zaman eskilerin masalları der. Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu onlar o gün rablerinden perdelenmişlerdir." [3]

Ruhi hastalıklara müptela olanlar, huzurdan da mahrumdurlar. Kıskançlık, kendini büyük görme, kin tutma, öfke gibi hastalıklar insan ruhunda huzur ve sükûnet bırakmamakta, yaşantıyı çekilmez hale getirmektedir. Aynı mide rahatsızlıkları, ayak ağrısı, elin kırılması gibi bedensel hastalıkların insanın huzurunu kaçırması ve yaşamını altüst etmesi gibi ruhi hastalıkların, bedensel hastalıkların dışa vurmasına sebep olması da mümkündür. Günümüzde psikologlar insanın bazı bedensel hastalıklarının, ruhsal hastalıklarıyla bağlantılı olduğunu ispat etmişlerdir. Örnek olarak; ruhsal bir hastalık olan depresyon, sindirim sisteminde sorun yaratarak bazı özel sindirim hastalıklarına sebep olabilmektedir. Elbette ruhi hastalıklar, şahıs üzerindeki hoş olmayan etkilerinin yanı sıra, toplumu da etkilemekte ve toplumun neşe, huzur ve emniyetini yok etmektedir. Netice olarak böyle bir toplum, değişik alanlarda istediği hedeflere ulaşamayacaktır.
Diğer taraftan bedenin sağlığını korumak için, sağlıklı bedenin özelliklerini, bedensel hastalıkları, hastalıkların sebeplerini ve tedavi yollarını bilmenin bir zaruret olması gibi, ruh sağlığını koruyabilmek için de sağlıklı ruhun özelliklerini, ruhi hastalıkları, hastalıkların sebeplerini ve tedavi yollarını bilmek bir zarurettir. Beğenilen ve beğenilmeyen davranışların özelliklerini bilen, beğenilmeyen özelliklerden kurtulmanın yolunu gösteren ilim, ahlak ilmi ve ahlak eğitimidir.
Bununla beraber insanın kişisel ve toplumsal saadeti, nefsin kirlerden arınıp temizlenmesine ve ahlaki faziletlerle süslenmesine bağlıdır. Allah Kuran-ı Kerim'de sonuncusu insanın nefsine edilen on yeminin ardından ve yapılması-yapılmaması, doğru olanı- olmayanı insanın nefsine ilham ettikten sonra şöyle buyuruyor:

"(Allah'tan başkasına tapmayarak) Nefsini yücelten kazanmış, (yaratıklara taparak) onu alçaltan da ziyana uğramıştır." [4]

Belki de bu yüzden Allah Teâla, İslam Peygamberinin (s.a.a) risaletinin temel hedeflerinden birinin insanların nefislerinin tezkiyesi ve arındırılması olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:

"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Oysa onlar önceden açık bir sapıklık içindeydiler." [5]

Peygamberimiz de (s.a.a) risaletinin hedefi güzel ahlaki özellikleri kemale ulaştırmak olarak açıklamış ve şöyle buyurmuştur:

"Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." [6]

Ahlak ve ahlak eğitiminin önemi, İslam ve İslam toplumlarına mahsus değildir. Edinilen tecrübeler insanın, dindar olsun olmasın her zaman, hatta modern dönemde ya da modern dönem öncesinde, ahlak ve ahlak eğitimine muhtaç olduğunu göstermektedir. Çağımızda batılı ülkeler deneysel bilim alanında ilerlemeler kaydettikçe ahlaki usullere, fazilete, ahlaki eğitime ilgiyi azalttılar ve bazı durumlarda ahlak ve ahlaki faziletlere karşı savaş açtılar. Ama yenilerde bu yönden kişi ve toplumun sağlığı ciddi zararlara uğradığı için, ahlak ve ahlaki faziletlere ve ardından ahlaki eğitime yöneliş, şaşırtıcı derecede artış göstermiştir.

Lickona [7] bu konuda şöyle söylüyor: "Gerçekten bize ne oluyor? Yeni doğanlar çöplüklerde, her yıl bir buçuk milyon ceninin kürtajı, çocuk istismarının her yıl daha da artması, çocukların dörtte birinin fakirlik içinde yaşaması. Gelecek nesiller, elli ya da yüz yıl sonra bu durumu nasıl görecekler? Birbiri ardına yapılan anketler, Amerika halkının büyük çoğunluğunun, ülkenin manevi ve ahlaki çöküş içerisinde olduğunu düşündüklerini göstermektedir. Okulların, ailelerin, kiliselerin, encümenlerin ve gurupların (tarih boyunca gençlere ahlaki mirasın aktarılmasından sorumluydular) bir araya gelip elbirliğiyle çocukların ahlaki yapılarını ve bilahare kültürümüzü düzeltmeleri gerektiği düşüncesi rüşt etmiştir. Okullar iyi huyların eğitilmesi alanında kendi paylarına düşen, yapabilecekleri şeyler olduğunun farkına vardılar. Onlar, huyları eğitmenin önceliğini kabul etmekle işe başlamalıdırlar. Zira bu hedef, okulun diğer işlerinin temelidir." [8]

Dr. Muhammed Davudi

--------

[1] İbni Miskeveyh, Tehzibu'l-Ahlak ve Tathiru'l-A'rak, s. 55.
[2] Bakara suresi, 10. ayet.
[3] Mutaffifin Suresi, 13-15. ayetler.
[4] Şems Suresi, 9- 10. ayetler.
[5] Cuma Suresi, 2. Ayet.
[6] Tabersî, Mekarimu'l-Ahlak, s. 8.
[7] Lickona, Thomas.
[8] Lickona, "Teacher's Role in Character Education"? in Journal of Education, vol.179, issue 2, p.1.

Alıntıdır. Kaynak: TEBYAN
21
Din Bilgisi / Namahrem ile tokalaşmak
10 Şubat , 2015, 22:47:37
Namahrem ile tokalaşmak hakkında İslam'ın görüşü nedir?

Soru:

Neden namahrem bir kadın ile tokalaşmak sakıncalıdır? Oysaki bu fiil şehvete sebep olmamaktadır!

Kısa cevap:

Karşı cinsten biriyle tokalaşmak birçok birey için şehvetin tahrik olmasına neden olmayabilir, ama böyle bir sınırlı irtibat ile tahrik olabilecek fertler de mevcuttur. Hatta birinci grup arasında da kendilerini samimi gösterip meşru olmayan ilişkiler için altyapı hazırlamaya çalışan şahısların olması da muhtemeldir. Bu esas uyarınca toplumsal yaşamda zorunlu bir fiil addedilmeyen namahrem ile tokalaşmaktan sakınılması gerekir. Yüce Allah, birçok şer'i hükmü genel olarak yasalaştırmış ve toplumun genel maslahatını göz önünde bulundurmuştur. Elbette hükmün yasalaştırılmasının hikmeti bazı bireyleri kapsamıyor olabilir. Örneğin, kadınlar ile tokalaşmak bazı yaşlı veya orta yaşlarda bulunan bireylerde hiçbir şehvani his uyandırmayabilir. Ama kutsal yasa koyucu, insanların birçoğunda bu hissin oluşması nedeniyle böyle bir davranışın haram olduğuna hükmetmiştir.

Ayrıntılı cevap: http://www.islamquest.net/tr/archive/question/fa6998

Selametle.
22
Din Bilgisi / Kur'an'a Göre Kalp
10 Şubat , 2015, 22:47:16
İrfan ve edebiyat dilinde geçen "kalp"ten maksat vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin olmadığını hemen hepimiz biliyoruz. Örneğin Kur'an'ın şu tabirinde:

"Kalbi olan(lar) için onda anlayış ve ibret (dersi) vardır." [1]

Veya Hafız'ın oldukça latif şu irfani beytinde:

Dilem remide şud ve gâfilem men derviş
Ki in şikârı ser geşterâ çe âmed piş

(Kalbim ürktü ve ben gafil-derviş kaldım.
Bu başıboş avın (kalbin) başına ne geldiğini bilmiyorum
).

Açıktır ki, bu tabirlerde geçen kalp, vücudun kalp denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla hiç bir rabıtası olmayan yüce ve mumtaz bir hakikattır. Yahut şu ayet-i kerime'yi göz önüne alın ki kalp hastalıklarından söz ediyor, buyuruyor:

"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırır..." [2]

Bu kalp hastalıkları elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.

KALBİN TARİFİ

O halde bu kalp denilen şey nedir acaba? Evet, bu sorunun cevabını insan vücudunun hakikatinde aramalıyız, insan tek bir vücuda sahip olduğu halde yüzlerce binlerce yöne sahiptir. İnsanın "Özü" bir çok düşünceler, dilekler, korkular, ümitler, sevgiler ve ... den oluşan bir bütündür. Bunların hepsi bir noktada birleşen çeşitli nehirlere benzerler. Bu birleşim noktasının kendisi ise, engin bir deniz gibidir. Şu ana kadar bu konuya vakıf, hiç bir kimse bu denizin derinliklerine eriştiğini iddia etmemiştir. Filozoflar, arifler ve psikologlardan her biri, bu engin denize dalıp, onun gizliliklerini keşfetmeye çalışmışlardır; bir ölçüde de arifler, belki de diğerlerinden daha çok başarılı olabilmişlerdir. Kur'an'ın kalp dediği şey de işte bu engin denizden ibarettir. Bizim temiz ruh dediğimiz her şey bu denize bağlanan ırmaklar ve bağlardan ibarettir Hatta akıl bile bu denize bağlanan bir nehirdir.

Kur'an, vahiyden söz ettiği zaman aklıyla değil, Resulullah'ın kalbiyle ilgilenmiştir sadece. İşte bundan anlıyoruz ki, Rasulullah, Kur'an'ı akıl gücüyle ve akli delillerle elde etmemiştir. Bu gerçekleri idrak edebilecek bir duruma gelen, Rasulullah'ın kalbidir. Bu bizim için tasavvur edilebilecek bir şey bile değildir. Necm ve Tekvir Surelerinde bu irtibatın (Vahyin) keyfiyeti kısmen açıklanmıştır. [3]

Kur'an, vahy ve kalp meselesi söz konusu edildiğinde, daima akıl ve düşünceyi aşan bir beyanla konuşmuştur. Fakat bu asla akıl ve düşüncenin zıttına konuşmak değildir. Çünkü aklın hadd-ı zatında, bu gibi konuları kavramasının imkanı yoktur.

KALBİN ÖZELLİKLERİ

Kur'an'a göre kalp bir idrak vesilesi de sayılıyor. Aslında Kur'an'daki sözlerin büyük bir kısmına muhatap olan, insanın kalbidir. Zira, bu sözleri kalp kulağı duyabilir ancak, başka hiç bir kulağın duymasına imkan bile yoktur. O yüzden Kur'an bu idrak aracını iyice arındırmak konusunda kalp sefası, kalp aydınlığı vb. meseleler altında defalarca değinmiştir:

"Kim nefsi ve kalbini tezkiye edip temizlemişse, kurtulmuştur, muradına ermiştir." [4]

"İş öyle değildir, hayır, kazandıkları şeyler, üst üste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur." [5]

Kalp aydınlığı hakkında diyor ki:

"Ey iman edenler, Allah'tan çekinirseniz (kalbinizi aydınlatır, hayırla şerri birbirinden) ayırt etme kabiliyetini verir size..." [6]

Yahut diğer bir ayette şöyle diyor:

"Bizim yolumuzda çalışıp, cihad edenleri yollarımıza sevk ederiz..." [7]

Öte yandan, kötü işlerin, ruhu bozup, insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırmasından da defalarca söz edilmiştir. Müminlerin diliyle diyor:

"Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma..." [8]

Kötü insanlar hakkında ise şöyle okuyoruz:

"Öyle değildir, hayır, kazandıkları, üstüste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur." [9]

"...Onlar, eğrilince Allah da kalplerini gerçekten batıla meylettirdi..." [10]

Veya diğer bir kaç ayette kalplerin mühürlenmesi, kilitlenmesi ve katılaşmasından bahsediyor:

"Allah; kalplerini, kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde var..." [11]

"...Ve (yaptıklarından dolayı) kalplerini perdeledik ki artık anlıyamazlar onu..." [12]

"...İşte kafirlerin kalplerini böyle mühürler." [13]

"...Onların (ehl-i kitabın, hak ile araları) uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu fasık oldu." [14]

Böylece anlıyoruz ki Kur'an insan için, yüce bir ruhi ve manevi ortam yaratmak istiyor, bu ortamın sağlam ve temiz tutulmasını üsteliyor. Öte yandan fertlerin, temiz ve iffetli kalmaları için sarfettikleri gayretlerin, başarısızlıkla sonuçlanmaması için, Kur'an insanlara, her şeyden önce kendi toplumsal çevrelerini arındırıp, temiz bir ortam meydana getirmelerini tavsiye ediyor. Kur'an, açıkça belirtiyor ki, nefsinizde hakiki bir imanı elde etmek ve yüce eğilimler meydana getirmeyi istiyorsanız, bunlar ancak toplumunun hevâ ve heves, şehvet perestlik vb. her türlü rezaletten uzaklaşmasıyla olabilir.

İnsanlık tarihi gösteriyor ki müstekbir güçler toplumu sultaları altına almak ve sömürmek istedikleri zaman önce toplumu ruhen fesada uğratırlardı ve bu iş için fıskı fücuru ve cinsel sapıklıkları halk içerisinde yaymağa çalışıyorlardı.

Bu şeytani metodun ibret verici bir örneği bizzat Rönesansa zemin hazırlayan ve zamanında Avrupa'nın en ileri uygarlıklarından biri sayılan Müslüman İspanya idi. Hıristiyanlar, İspanya'yı Müslümanların elinden olmak istiyorlardı. Hedeflerine ulaşabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Onlar her şeyden önce bütün güçlerini harcayarak Müslüman gençlerin ahlâklarını bozmağa çalıştılar. Fuhuş, zina ve laubalilik vesilelerini Müslümanları kendine çekebilecek miktarda her yere yaydılar. Onlar sadece normal halkı değil, ordu ve devlet başkanlarını bile bu yolla aldatıp, onları ifsat ettiler. Böylece Müslümanlardaki azim, irade, kuvvet, şecaat, iman ve ruh temizliğini zayıflatarak onları ayyaş, hakir ve zayıf insanlara çevirdiler. Böyle insanların ne kadar çabuk ve kolayca mağlûp olacakları da apaçık ortadadır. Nitekim Hıristiyanlar, Müslümanların İspanya'daki 300-400 yıllık hakimiyetleri karşısında, onlardan öylesine feci bir intikam aldılar ki tarih, yaptıkları cinayetleri anlatmaktan utanıyor. Sözde Hz. İsa'nın talimatı gereğince suratlarının sağ tarafına yedikleri tokatın karşısında sol taraflarını da çevirmekle görevli olan bu Hıristiyanlar İspanya'da Müslüman ölülerden kan ırmağı akıtarak, tarihte gelmiş geçmiş bütün canilerin yüzünü ağarttılar. İşte böylece Müslümanlar, kendi zayıf iradeleri ve bozuklukları yüzünden büyük yenilgilere uğrayarak, Kur'an'a uymamalarının cezasını müşahede ettiler.

Zamanımızda da emperyalist ve sömürgeci güçler, girdikleri her yerde aynı şeyi yapmaktalar. Yani onlar, her şeyden önce kalpleri bozmağa çalışıyorlar ve kalpler bozuldu mu artık akıl da hiç bir işe yaramaz; üstelik kendisi bir zincir olup takılır insanın eline ayağına. bu yüzden görüyoruz ki onlar, ne okulların açılmasından korkuyorlar ne de üniversitelerin faaliyetlerinden endişe ediyorlar. Hatta kendileri bile okul tesis etmeğe kalkışıyorlar. Fakat diğer taraftan bütün imkanlarını kullanarak öğrencinin ruh ve kalbini ifsat etmeğe çalışıyorlar. Evet, onlar ne yapacaklarını çok iyi anlamışlar; zira, ruhu hasta olan birisi hiç bir şey yapamaz, her türlü rezalet ve sömürüye boyun eğer.

Bu konuda Kur'an da uyarıda bulunmuş, devamlı olarak toplum ruhunun temiz ve yüce tutulmasını istemiştir. Örneğin bir ayet-i kerime'de buyuruluyor ki:

"İyilik etmek ve kötülüklerden sakınmak hususunda bir birinizle yardımlaşın, günah işlemek ve zulüm etmek (gibi kötü işler için) yardımlaşmayın ve Allah'tan sakının. Şüphe yok ki Allah'ın cezası çok çetindir." [15]

Yani evvela iyi ve hayır işler peşinde olup, kötülükler ve günahlardan sakının, birde iyi işlerde ortaklaşa faaliyet edin, tek başınıza değil.

Burada kalp hakkında Resul-ü Ekrem (s.a.a) ve imamlardan (a.s) da bir kaç hadis nakledip bu konuya son vermek istiyorum.

Tarih kitaplarında naklediliyor ki adamın biri Rasulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek:
- Ya Rasulullah! soracak sorularım vardır size.
- Sorunu sormadan cevabını almak istemez misin?
- Buyurun ya Rasulullah!
- Sen, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor muydun?
- Evet ya Rasulullah, aynısını soracaktım size.
Resulullah üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne hafifçe vurarak:
- Bunu sen kendi kalbine sorsana. İnsan oğlundaki bu kalp, yaratılışı gereğince iyiliklerle aşinadır; onlarla huzur bulur, mütmain olur. Kötü işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara maruz kalır. Bizim vicdan azabı dediğimiz şey de ruhun kötülük ve rezaletlerle uyuşmadığından meydana gelmektedir.

Mevlânâ bu hadisin, "Bu konuda gerçek fetvayı kalbinden al..." kısmını şiir kalıbına dökmüştür:

Pes Peygamber goft istefeti'l kulub
Gerçi müftiyişan berun guyed hutub

(Peygamber; fetvayı kalbine danış dedi.
Müfti, bu zor iştir, çık dışarı dese de
).

Başka bir şiirinde:

Guş kon istefit kalbek ez Rasul
Gerçi müfti berun guyed fuzul

(Peygamberin, "kalbine danış" dediğini dinle.
Gerçi müfti "çık dışarı yalancı" diyor
).

Resul-ü Ekrem (s.a.a) demek istiyor ki, bir insan gerçekten hakikat peşinde olup, bu yolda halis bir niyetle hareket ederse, kalbi hiç bir zaman onu yanıltmaz; muhakkak onu doğru yola sevkeder. Esasen hak yolunda yürüyüp, hakikati arayan birisinin vardığı nokta hakikatten başka bir şey olamaz. Ancak bu zarif noktadır; ve bunu gereğince kavramamak çoğu vakit yanlışlık doğurmaktadır. İnsanın sapmasına neden ise, onun ilk baştan şartlanarak müşahhas hedefler peşinde olup hakikati aramamasından ileri gelmektedir.

Başka bir yerde Resulullah (s.a.a)'e iman hakkında sorulduğunda:

"Bir insan kötü bir iş yaptığında üzülüp, pişman olur ve iyi bir iş yaptığında sevinirse, bu onun imanına delalet eder." diye buyurdu.

İmam Cafer-es Sadık (a.s) kendisinden nakledilen bir rivayette şöyle buyurmaktadır:

"Mümin birisi dünyaya bağlanmak derdinden kurtuldu mu, işte o zaman Allah sevgisinin tadını anlar ve artık yeryüzü kendisine dar geliyormuş gibi bütün varlığıyla bu maddi dünyanın ötesine çıkıp gitmek ister."

Bu evliyaullah'ın ve ilahi kişilerin kendi hayatlarıyla ispatladıkları bir gerçektir, tarihte bunların bir çok örneğine rastlamak mümkündür. Örneğin naklediliyor ki Rasulullah (s.a.a) günün birinde, sabah namazından sonra, Ashab-ı Suffe'yi ziyarete gitmişti. Onlar Mescid-ün Nebi'nin yanında kalan fakir ve dünya malından yoksun Müslümanlardırlar. Bunların arasında Haris İbn-i Zeyd isminde, için için erimiş, gözleri çukurlaşmış birisine çarpmıştı Rasulullah'ın gözleri.
- Ne haldesin?
- Yakine eriştiğim halde sabahladım!
- Büyük bir iddiada bulunuyorsun, yakininin alameti ne?
- Geceleri yatamıyorum, gündüzleri oruç halindeyim daima ve geceyi sabaha kadar hep ibadetle geçiniyorum.
- Bunlar kafi değildir, devam et?
- Ya Rasulullah! öyle bir durumdayım ki, cennet ve cehennem ehlinin seslerini duyuyorum sanki. İzin verirseniz ashabınızın birer birer içlerini söyleyeyim size!
- Sus sus! yeter artık, fakat arzun nedir onu söyle?
- Allah yolunda cihad etmek ...

Kur'an bize öğretiyor ki, kalbi temizleyip onu cilalamak insanı öyle bir makama eriştirir ki, Hz. Ali (a.s)'ın buyurduğu gibi, eğer perdeler onun gözü önünden kaldırılırsa da yakininde olduğundan fazla hiç bir şey artmaz. Evet, Kur'an öyle insanlar yetiştirmek istiyor ki hem ilim ve akıl silahından yararlansın hem de kalp silahından ve bunların her ikisini de en iyi bir şekilde hak yolunda kullanabilsin.

---------------------------
[1]- Kaf/37.
[2]- Bakara/10.
[3]- "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyle" "Batmakta olan yıldıza andolsun ki, Arkadaşınız (Muhammed) sapmamış ve azmamıştır. O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir. Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir; (ki o,) görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. Hemen doğruldu. O, en yüksek bir ufuktaydı. Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar belki daha da yakın oldu. Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti. (Muhammed'in) gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı." (Necm/1-11)
Bu ayetlerle Kur'an, demek istiyor ki bu gibi konular (Vahy) aklı aşan şeylerdir. Veya Tekvir suresinin bir kısmında şöyle okuyoruz.
"Bu Kur'an, arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. Arkadaşınız (Muhammed) asla deli değildir. Andolsun ki, o, Cebrâil'i apaçık ufukta görmüştür. Peygamber görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz..." (Tekvir/19-24)
İkbal-i Lahuri'nin de bu konuda güzel bir sözü var o diyor ki: "Peygamber, kendisi hakikatlerle dolup taştıktan sonra, aldıklarını beyan eden bir kimsedir."
[4]- Şems/9.
[5]- Mutaffifin/14.
[6]- Enval/29.
[7]- Ankebut/69.
[8]- Al-i İmrân/8.
[9]- Mutaffifin/14.
[10]- Saf/5.
[11]- Bakara/7.
[12]- En'am/25.
[13]- Araf/101.
[14]- Hadid/16.
[15]- Maide/2.

Alıntıdır. Kaynak kitap: Kur'an'ı Tanıma Metodu ve Fatiha Suresinin Tefsiri - Murtaza Mutahhari
23
Din Bilgisi / İsmail'ini Kurban Et
10 Şubat , 2015, 22:46:41
http://www.youtube.com/watch?v=WKBN3aIiwnk

Senin İsmail'in Kim veya Nedir? - Dr. Ali Şeriati

"Senin İsmail'in kimdir? Veya nedir?

Makamın mı? Onurun mu? Mevkin mi? Statün mü? Mesleğin mi?

Paran mı? Evin mi? Bağın mı? Otomobilin mi?

Maşukun mu? Ailen mi?

İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin mi?

Ruhaniyetin mi? Alimliğin mi? Elbisen mi?

Adın mı? Namın mı? Şöhretin mi?

Canın mı? Ruhun mu? Gençliğin mi? Güzelliğin mi?

Ben nereden bileyim? Bunu sen kendin bilirsin.

Her ne ve kim ise onu sen kendin minaya getirmeli ve Kurban için seçmelisin. Ben sadece onun alametlerini sana söyleyebilirim.

Seni iman yolunda zayıflatan, "gitmek"te olan seni "kalma"ya çağıran, Seni "sorumluluk" yolunda şüpheye düşüren, seni kendine bağlayan ve alıkoyan, gönül bağlılığı,mesaj işitmene, hakikati itiraf etmene izin vermeyen, seni firara çağıran, seni maslahatçı izah ve yorumlara sürükleyen ve aşkı, seni kör eden her  şey...

İbrahimsin! Ve İsmaili zaafın seni İblis'in oyuncağı haline getirebilir. Hayatında şeref, saygınlık, iftihar ve faziletin doruklarında bir tek şey vardır ki onu elde etmek için zirveden inebilir onu kaybetmemek için bütün İbrahimi kazanımlarını yitirebilirsin:

O İsmailindir. İsmailinin bir şahıs veya başka bir şey olması mümkündür; bir durum bir konum, bir zaaf noktası olması imkan dahilindedir.

Ey "Hakk'a teslim olan", "Allah'ın kulu"!

Hakikatin senden istediği şey, işte budur.

Budur "imanın daveti", "risaletin mesajı".

Bu senin sorumluluğundur, ey "sorumlu insan"!

Ey "İsmail'in babası"!

"İsmail'ini öldür"!

"Kendi ellerinle kurban et"!

Dr. Ali Şeriati'nin Hacc adlı kitabından
24
Din Bilgisi / Ramazan; Manevi Doyum Ayıdır
10 Şubat , 2015, 22:46:02
RAMAZAN AYI DOYUMA ULAŞMA AYIDIR, DOYMA AYI DEĞİL...

Resulullah (s.a.a), Cabir b. Abdullah'a şöyle buyurmuştur: "Ey Cabir! Bu Ramazan ayının gündüzünde oruç tutar, gecesinin bir bölümünü ibadetle geçirir, karnını ve namusunu temiz tutar, dilini korursa şüphesiz ki bu aydan çıkınca günahlarından da çıkmış olur." Cabir şöyle arzetti: "Ey Allah'ın Resulü! Bu hadis ne kadar da güzeldir!" Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ey Cabir! Bu şartlara riayet etmek ne kadar da zordur!"

"Geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi bizlerde farz kılınan oruç"(Bakara 183), manen doyuma ulaşma ve temizlenme ayı olan ramazanın armağanıdır. Bütün bir yıl türlü pisliklerle muhatap olan ruhun, iman deryasında yüzüp temizlenmesi ve yaratılışındaki paklığa dönüş yapması için Allah (c.c.) tarafından bizlere sunulan nimettir ramazan. Çünkü "Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır."(Bakara 185). Bu ay hakla batılın birbirinden ayrıldığı, hakkın bütün delilleri ile meydana çıkıp batılın hakimiyetine son verdiği aydır. Bu ay içinde bin aydan değerli olan kadir gecesini barındıran ve hakka susamışları hakikat ile doyuran aydır. Bu ay neden yaratıldığını dünyaya daldığı için unutanların uyandırıldığı, kendi nefsini semirtenlerin uyarıldığı aydır.

Resulullah'ın (s.a.a.) buyurduğu gibi oruç tutup ibadetlerini yapanların ve karnını ve namusunu temiz tutup, dilini koruyanların aklandığı aydır ramazan. Ama bu ne kadar da zordur bir bilinse. Süfyanilerin hüküm sürdüğü topraklarda, küfr ile yoğrulmuş hayatları yaşayanların, kendilerini temiz tutması ne kadar zordur. Her alanda her işte bir harama ister istemez bulaştırılanların, gözleri, kulakları fuhşa alıştırılanların namuslarını koruma bilincine ulaşmaları hakikaten de ne kadar zordur. Gıybetin bile programını yapan süfyanilerin, birbirine düşürdüğü kardeşlerin dillerini korumaları, kardeşlerinin etini yememeleri ne kadar da zordur. Bundan dolayı "ne yazık ki oruç tutanlar çok azdır ve açlık çekenler ise çoktur." (Resulullah sa.a.)

Oysa "Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurmuştur: "Her kim endamını ve organlarını haramlarımdan oruçlu tutmazsa benim için yemekten ve içmekten sakınmasına ne ihtiyacım var."(Resulullah s.a.a.) buyurmuşken, tüm bu günah bataklığına aldırış etmeden aç kalmanın ne faydası vardır. Aç kalan midenin ve suya hasret dudağın ne suçu vardır? Bütün uzuvları ile günahlara batmış olanların, elleri, ayakları, zihinleri, gözleri, kulakları bunca günaha ayak uydurmuşken, midenin ve dudağın bundan nasiplenmemesinin mantığı nedir? Neden suskunluğu ile süfyanilere yaşama hakkı tanıyıp, cümle günahların yaygınlaşmasına sebep olanlar, ramazan ayında kendilerine işkence ederler? Var olan yaşantıları dikkate alındığında buna ne gerek vardır ve bu yaptıkları ile yaşantıları uyuşmakta mıdır?

Bu tahrif edilmiş dinin müminlerinin bulunduğu toplumlarda, her iyinin içini boşaltıp kötünün emrine sundukları gibi, süfyaniler ramazanın da içini boşaltıp asli mecrasından çevirmeyi başarıp ve hükmettikleri halka, manevi doyum ayı olan ramazanı, açlıkla mücadele, iftar sofraları, masallar ve kilo verme ayı olarak sunmaktadırlar. Bütün bir sene boyunca akla hayale gelmeyecek türlü pisliklerin mekanı olan tv kanalları, bu ayda nifağa hizmet için renk değiştirmekte, bir anda Allah (c.c.), kitap aşkı had safaya çıkmakta, kendi yaptıkları putu ilah diye halka tanıtmaktadırlar. Bunu yaparken yine olmadık rakamlarla kiraladıkları bel'amları kullanıp, hikayeleştirdikleri dini, masal tadında ve bir zamanlar çocuklara yönelik olarak yayınlanan "uykudan önce" programı formatında halka ulaştırmakta, bütün bir yılını günahla geçirmiş olduğu için vicdanıyla mücadele edenlerin, kendilerini rahat hissetmelerini sağlamaktadırlar.

Bu da yetmezmiş gibi, her ramazanda diyet veya iftar programları tertipleyen bu süfyani kanallar, ramazanı iftar sofralarıyla eşleştirip, kimliğini yitirmesi için uğraşmaktadırlar. İftarda hangi yemeklerin yapılabileceğini, sahurda nasıl beslenilmesi gerektiğini, susuzluğa karşı nelerin yapılabileceğini, ramazanda kilo vermenin yollarını bir ay boyunca açıklayan ve halkı bilgilendiren(!) bu kanallar, aç kalmış ruhların ve çöle düşmüş fıtratın derdine derman olacak tek bir sözün söylenmesine veya yayılmasına müsade etmemektedirler. Bütün gün aç kalmanın adeta intikamını iftarda almayı öğütleyen ve toplumun sanki her kesimi o muaviye sofralarına sahip olabilecekmiş gibi davranan, halkın bütün bir yıl mecburiyetten aç kalan kısmını yok sayan süfyanilerin din tellalları, iftarda osmanlı adetlerinden ve yemeklerinden dem vurmayı ramazanın gereklerindenmiş gibi takdim etmeyi de unutmazlar. Bunlar ramazanın örf, adet ve gelenek sınırını aşmayan bir ay olması için olanca güçleri ile çaba sarfederler ve bir kıyl-u kal seviyesinde ramazanı dile getirirler. Bunlara kanıp ta ramazanı bu şekilde geçirenlerin, ne yazık ki ramazandan zerrece nasibi yoktur. Zira "Nice oruç tutan kimsenin oruçtan nasibi açlık ve susuzluktur. Nice gece ibadete kalkan kimsenin kalkmaktan nasibi sadece uykusuzluktur."(Resulullah s.a.a.).

Hal böyleyken ayette bizden öncekilere farz olunduğu gibi bize de farz olunduğundan bahsedilen ramazanı anlamak için bizden öncekilerin ramazanını ve oruçla olan ilişkilerini idrak etmek gerekir. Sadece açlıkla bağdaştırılamayacak kadar derin bir terbiye, eğitim ve iman meselesi olan orucun ve ramazanın değeri ancak bu şekilde ortaya çıkabilecektir. Öncelikle şunu bilmeliyiz ki "Allah orucu ihlası güçlendirmek için farz kılmıştır."(Hz. Fatıma s.a.) Çünkü samimiyet testidir oruç. Bütün nimetleri ile karşısına çıkan ve süsleri ile nefsi aldatmaya uğraşan dünyaya karşı kuşanılan "kalkandır oruç"(Resulullah s.a.a). Hal ile Allah'a (c.c.) bağlılığı ispatın en zor şekillerinden biridir. Rızkı verene verdiği rızkın kadrini bildiğini göstermek için teslimiyet arz etmenin yoludur.

Oruç cihad ve kıyamdır. Her türlü harama meyli olan nefse karşı kıyamın adıdır. En büyük cihadın en önemli merhalesidir. Kendi nefsine karşı mücadele verip dünyalıklardan sıyrılabilenlerin, kendilerini dünyalıklar ile tehdit edebileceklerin zincirlerinden kurtulmalarının vesilesidir oruç. "La" diyebilmenin ilk adımıdır bu anlamda. Nefsine isyan edenin, Allah'a (c.c.) isyan edenler karşısında dik durmasını sağlayan güçtür oruç. Ve ramazan bu eğitim verildiği yegane aydır. Öyle ki "eğer kul ramazan ayının değerini bilseydi tüm yılın ramazan olmasını arzu ederdi." Çünkü "Bu ayın başlangıcı rahmet, ortası bağışlanma ve sonu ateşten kurtuluştur." (Resulullah s.a.a.) Ramazan isar ayıdır, başkasının derdiyle dertlenme ve başkasını kendine tercih etme terbiyesinden geçme ayıdır ramazan. Bütün bir yıl tok yatanların, yine bütün bir yıl aç yatanların halinin farkına varabilmeleri için ilahi bir fırsattır ramazan. İman edenler için eşitlik ayıdır. Zenginin malında hakkı bulunan fakirin halinden, zenginin açlık ve susuzlukla haberdar edilmesi ve uyarılmasıdır bu ayın en önemli özelliklerinden biri. Ramazan bütün uzuvları ile insanın imanını tazeleme ayıdır aynı zamanda.

O halde ramazanda güçlenen iman ile süfyanilerden hesap sorma bilincine ulaşmak lazımdır. Halkları açlığa mahkum edenlerin ellerinden halkın boğazını kurtarmak gerekir. Dünyayı türlü yalanlarla sunanların ve insanları dünyaya kul köle edip kendi heva ve hevesleri ile yönetmeye çalışanların saltanatlarını yıkmak için ramazana sarılmak gerekir. Dünyaya bağlanmama bilincini oluşturup, dünya ile tehdit edenlere kıyam için ramazana tutunmak ve onu tutmak gerekir. Aç bırakılmış ruhlarımızı ve imanımızı doyurmak için doyasıya aç ve susuz kalmak gerekir. Ki terbiye edilen nefsimiz, terbiyesizleştiren süfyanilerden azad olsun. Ve kurtulmak gerekir zihnimize ve yüreğimize vurulan zincirlerden bu ayda, taşlayarak zincirlenmiş şeytanları.

Evet...Ramazan doyma ayı değildir. Aç ve susuz kalma ayı da değildir. Ramazan manen doyuma ulaşma ayıdır. Maddeye tapanlara inat manaya kulak verme ayıdır. Maddenin sultanlarına mana ile isyan ayıdır. Maddenin maskesini düşürme ve manayı kuşanma ayıdır. Rabbimiz (c.c.) bu bilinçle ramazanı idrak etmeyi ve "biz ramazan ayının çocuklarıyız" diyebilecek cesaret, fedakarlık ve basireti elde edebilmeyi nasip etsin inşaallah.

Alıntıdır. Kaynak: Siyaset Mektebi
25
Film / Hiç İran Sineması izlediniz mi?
03 Şubat , 2015, 23:05:42
Selam.

Hiç İran sineması izlediniz mi? İzlediyseniz beğendiklerinizi söyler misiniz?

Benim favori filmlerim sırayla:

Baran [2001]

Cennetin Çocukları [1997]

Söğüt Ağacı [2005]

Serçelerin Şarkısı [2008]

Cennetin Rengi [1999]

ve yönetmen Majid Majidi (Mecit Mecidi)'nin diğer tüm filmleri. Ayrıca şunları da çok beğendim:

Davul Dengi Dengine [2010]

Altın ve Bakır [2011]

Bir Ayrılık [2011]

Elma ve Selma [2011]

Rüzgar Bizi Sürükleyecek [1999]

Mim Misli Mader (A Anne Demek) [2006]

Son Bekâr [2010]

Sükût [1998]

ve daha nicesi..

İslami İran'dan dizi de çok izledim. Favori dizilerim:

Hz Meryem, Ashab-ı Kehf, Hz Yusuf, İbn-i Sina, Elçi, Filistinli Zehra'nın Gözleri, ve en son izlediğim 'Cennet'e 5 KM' dizisi.

Bilmiyorum neden ama bağımlı oldum. Yapmacık ve ahlaksız Hollywood filmlerinden ve Hollywood-zede sinemamızdan daha çok kültürel ve ahlaki geliyor bana İran Sineması. Arada bir Kore Filmi de izlemiyor değilim. Bu ikisine yöneldim tamamen.

Her ne ise. Peki siz? Hiç İran sineması islediniz mi? İzlediyseniz, hangileri ve ne düşünüyorsunuz? Teşekkürler.

26
Bu durumlarda Ehl-i Beyt imamlarının tavsiyesi bir ayeti muska olarak yazıp asılmasıdır.

Bakınız: http://www.ehli-beyt.org/ehlibeyt/cocuk-dusurme-tehlikesi-olan-kadin-icin-dua.html
27
Bismihi Teâla. Selamun aleyküm.

İzninizle sitenizin dini bilgiler kısmındaki makalelere biraz göz gezdirdim ancak, uydurma hadisleri bahane ederek ve ''Sadece Kur'an-ı Kerim yetmez mi?'' diyerek, yaşayan-canlı-mücessem birer Kur'an olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve pak Ehl-i Beyt'ini (a.s) ve seçkin ashabını (r.a.) adeta inkar eden yazılar gördüm ve üzüldüm. Ancak hepsine cevap yazacak kadar vaktim yoktur.

Bu yüzden, bunun yerine yönlendirme yapmak istiyorum. Umarım reklam sayılmaz çünkü yönlendireceğim kaynaklar şahsımın değildir. Her ne ise.

Bizlerin gerek dünya meşgalesi, gerekse anlayışsız aşırıcıların yanlış tanıtımlardan dolayı, dinimizin yitirdiğimiz ve uzak kaldığımız İrfani ve tasavvufi/sufi yönü üzerine birkaç güzel site tavsiye etmek istiyorum:

İslam Ahlakı - Tebyan

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt ışığında Ahlak dersleri - Tevhid Önderleri

Ramazan ayı dersleri - İslami Davet

Dua ve Münacaat - Âl-i Muhammed

Daha fazlası için islamilink.com sitesine bakabilirsiniz.

Umarım bu tür kaynakları çalışıp uygulayarak, seyr-i sülûk ve Allah'a olan irfani hicretimiz yavaş ama sürekli olur. Teşekkürler. Selametle.
28
Kitap / İslam'da Kadın ve Çocuk
03 Şubat , 2015, 22:34:53
Selam.

Ben kadın ve aile üzerine özellikle Kevser Yayıncılıktan bir çok dini kitap okudum.

Ancak şunu söylemeliyim ki, iki tanesi kadar hiçbiri beni etkileyemedi.

1- Kadının biyolojik bir varlıktan öte olduğunu ve kadının, Allah'ın Celal (azamet) ve Cemal (güzellik) isimlerinin birer yansıması olduğunu çok güzel şekilde beyan eden bir kitap: Celal ve Cemal Aynasında Kadın - Abdullah Cevadi Amuli

2- Adının da bu güzel kitabı tamamen resmettiği; Kur'an ve Ehl-i Beyt örneklemeleri ile, İslam'da Çocuk Terbiyesi - İbrahim Emini.

Her anne-babaya ve ebeveyn olma adaylarına tavsiye ederim. :)
29
Baba Oluyorum / Ynt: Babalar Doğuma Girmeli mi?
03 Şubat , 2015, 22:23:00
Yapabileceğimi sanmıyorum ama bakalım ne olacak.