Show posts

This section allows you to view all posts made by this member. Note that you can only see posts made in areas you currently have access to.

Messages - Ayla224

31
Öyküler / Çakal Goro İle Sincap Meto
11 Ekim , 2023, 23:57:04

ÇAKAL GORO İLE SİNCAP METO
Çakallar istasyonundan yolcularını alan tren hareket etmişti. Trenin düdüğünü sincap son kez çaldı ve tren maymunlar ormanına doğru yol almaya başladı. Çakalların başkanı Goro buraya bir tren hattı yapılması fikrini ortaya attığında maymunların sert tepkisiyle karşılaşmıştı. Goro kuru gürültüye pabuç bırakan cinslerden değildi. Projesini  gözden geçirdikten sonra Ormanlar Kralı aslanın huzuruna çıkarak yapmak istediklerini anlattı. Hazırladığı planın taslaklarını gösterdi. Bunun üzerine aslan bir haberci göndererek maymunların dört temsilci yollamalarını istedi. Temsilciler Goro'yu dinleyince neden daha önce bu projeye karşı çıktıklarını anlayamadılar. Öyle ya, maymunların tüketmediği sebze ve meyveler çürüyüp, ziyan oluyordu. Çürümüş sebze ve meyvelerin kokusu bazı zamanlar öylesine çekilmez oluyordu ki, maymunlar, ağaçların üst dallarına tırmanarak bu pis kokunun etkisinden kurtulmaya çalışıyorlardı. Proje sayesinde ihtiyaç fazlası sebze ve meyveler satılıp, kazanç sağlanacak ve koku sorunu çözümlenecekti. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki?

Ormanlar Kralı aslanın başyardımcısı kara panter toplantı dağıldıktan sonra kendini saraydan dışarı zor attı. Toplantı yapılırken kıskançlık duyguları içini kemirmişti. Bu Goro ne çekilmez bir çakaldı. Konuştukça açılmış, projesini anlatmış, herkesi ikna etmeyi başarmıştı. Kral aslan ise, ağzı açık dinlemişti Goro'yu ve ona hayranlığını söylemekten geri kalmamıştı. Eğer tren hattı kurulursa kral aslanın Goro'ya olan hayranlığı artacak ve belki de başyardımcısı yapacaktı. Hemen gidip eski dostu boz ayıyı bulmalıydı ve bu projeyi engellemeliydi. Bunun başka çıkar yolu yoktu. Kara panter boz ayıyı mağarasında buldu, olanları anlattı ve yardım etmesini istedi. Boz ayı kara panterle aynı görüşte değildi. Projenin pek çok orman hayvanına faydası büyük olacaktı. Kendisi de mağarasının önünde sergi kurup armut satacaktı. Ne biliyordu ki, kral aslanın Goro'yu başyardımcısı yapacağını? Kara panter boz ayının yanından ayrılırken kuş gibi hafiflediğini hissetti. Sanki sırtında yükle gelmişti ve yükü mağarada bırakmış gidiyordu.

Tren hattının ulaşıma açılması altı ay sürmüştü. Daha sonra tren törenle maymunlar ormanına doğru yola çıkmıştı. Goro, trenin makinisti sincap Meto'nun yanına gelerek:  " Vay Meto, nasılsın? Nasıl gidiyor tren? " diye sordu.
Meto:  " İyiyim, sağ ol  " dedi, gülümsedi. " Tren tıkır tıkır gidiyor."
" Meto, sence kötü mü ettik tren hattını kurmakla? "
" Bak şimdi. Sana kötü ettin diyen oldu mu? Tabii ki, iyi ettin. Çakallar birbirleriyle hırlaşmaktan, maymunlar birbirleriyle didişmekten kurtuldu. Tren hattı sayesinde pek çok orman hayvanı iş sahibi oldu. "
" Meto, şu derin vadideki ırmağın nasıl hızla akıp gittiğini görüyorsun değil mi? "
" Evet, görüyorum. Ne olmuş yani akıp gidiyor işte? "
" Akıyor, akıyor da boşa akıyor. "
" Ne yapacak yani doluya mı akacak? "
" Tabii doluya akacak. Bak tam şuraya bir baraj yapılsa ovaya akan su kontrol altına alınır, yağmur mevsiminde her yanı su basmaz. Ayrıca elektrik elde edersin. Ormanı lambalarla donatırsın, orman ışıl ışıl olur. Geceleri ormanlılar birbirini yiyor, ortalık aydınlanınca katliam yavaşlar. Bazı hayvanların neslinin tükenmekte olduğunu sen de biliyorsun. Hani senin sincap arkadaşların? Birkaç yıl önceye kadar yüzlerceydiniz, şimdi kaç tane kaldınız? Tavşan doluydu, kuş doluydu buralar, hani şimdi neredeler? Yazık değil miydi onlara? İşte ben bu kötü gidişe dur diyeceğim. Tren işi ormanlılara sevgiyi aşıladı, baraj işi sevmeyi öğretecek. Muhakkak ki gerisi gelecek, ama bunu sana söylemek için çok erken. Sen kafa yapın almasa da yanlış desen de bütün söylediklerimin doğru olduğunu kabul etmeye çalış. "
" Kafa yapım almasa da doğru olarak kabul etmeye çalışıyorum işte. "
" Bravo Meto, çak elden. Tren işinde olduğu gibi baraj işinde de beraberiz değil mi? "
" Sen başkalarına yararlı olabilmek amacını güttüğün sürece daima yanındayım. "
Goro, hazır olduğuna inandığı an harekete geçti. Baraj yapımı pek çok ormanlıya iş imkânı sağladı. Sponsor yine Goro'ydu. O, tren işinden kazandığını barajın yapımına harcıyordu. Baraj üç yıl süren yorucu bir uğraş sonunda tamamlandı. Goro önüne çıkarılan engelleri zorlukla aşmasını bildi. Yırtıcı hayvanlar yüreği sevgiyle çarpan Goro'yu etkisiz hale getirmek için, bir araya geldiler. Goro bunlara şiddetle karşı koydu. Barajın yapımından vazgeçmek istediği zamanlar oldu ama vazgeçmedi ve barajın yapımını bitirdi. Orman  şimdi geceleri ışıl ışıl. Kötülükler azalmış durumda ve tamamen bitmesi için ne yapması lazım geldiğini düşünüyor, Goro:  " Yakın bir gelecekte sevgi çiçekleri yeşerecektir ormanda ve her şey çok daha güzel olacak. Ben buna inanıyorum " diyor. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çakal Goro İle Sincap Meto - Karaca Yayınları - Yayın Yılı: 2018 - 32 sayfa.

32
Öyküler / Uzunkulak İle Kelebek
11 Ekim , 2023, 23:56:07

UZUNKULAK İLE KELEBEK
Uzunkulak sabahın erken saatlerinde köyden ayrılmış, otlamak için meraya gidiyordu. Şöyle bir kafasını kaldırıp havayı kokladı. Gün, güzel ve güneşli geçeceğe benziyordu. Etrafına bakınıp dururken yavaşladığını fark etti. Şimdi eğlence zamanı değildi. Karnı çok acıkmıştı. Adımlarını sıklaştırıp hızını artırırken düşüncelere daldı:
" Şu dünyada dertten, kederden uzak yaşamak ne kadar güzel.
İki-üç günde bir de olsa kırlarda özgürce koşmak ne kadar güzel.
Ne kadar güzel kuru samandan bıkınca taze ot yiyebilmek.
Ne mutlu bana ki, ben bu kadar şanslı olduğum için. "

Uzunkulak meraya varınca taze ot yemeye başladı. Uzun süre ot yedikten ve karnını iyice doyurduktan sonra gölgelik bir yere uzandı. Bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Her şey ne kadar güzeldi. Sanki bütün bu güzellikler hayatın bir tat, bir anlam kazanması için yaratılmıştı. Sadece bu güzelliklerin var olduğunu bilmek yetmezdi.
" Gelip görmeli buraları " diye düşündü Uzunkulak, " hem de sık sık gelip görmeli. Kafanı kaldırıp yukarı baksan masmavi gökyüzü, karşılara doğru baksan ulu dağlar, şu tarafta mis kokulu orman, işte buralar çayırlık, çimenlik, kuş sesleri, uçuşan kelebekler...Bunca güzellikler içindeyken düşüncelerin de berraklaşır. Gel buralara boylu boyunca yat, kalmaz içinde keder, budur hayat."
Uzunkulak güzel güzel düşünürken, az ilerideki çiçeğin üstünde durmakta olan bir kelebek gördü. Kelebeği içten bir gülücükle selamlayan Uzunkulak:  " Nasılsın kelebek kardeş, iyi misin? " diye sordu.

Kelebek: " Teşekkür ederim, siz nasılsınız? " dedikten sonra,
Uzunkulak: " Ben de teşekkür ederim " dedi. " Bugün hava ne kadar güzel değil mi? "
" Evet, çok güzel. Ortalık günlük, güneşlik. Yaz havası dediğin böyle olur işte. "
" Kelebek kardeş, birkaç günde bir otlamak için bu meraya geliyorum. Ne kadar seviyorum burayı anlatamam. Şu an çok mutluyum. Hayatı seviyorum, yaşamayı seviyorum, güzel olan her şeyi seviyorum. Hayat yaşanmaya değer bence, sen ne dersin kelebek kardeş? "
" Hayat bence de yaşanmaya değer, fakat bir takım küçük aksilikler olmasa daha iyi olacak. Ne kadar dikkatli olunursa olunsun yine ufak-tefek bir olay olur, durup dururken can sıkar. Sonra bütün gün üzül dur."
" Kelebek kardeş, senin bir üzüntün var galiba. Canını sıkan bir şey mi oldu? "

" İki saat kadar önce köyün yakınındaki bir ağacın dalına konmuştum. Derken, elindeki uzunca sopanın ucuna ağ takılmış bir çocuk peydah oldu. Beni görünce sokulmaya başladı. Biliyorum ki, böyle durumlar şakaya gelmez. Eğer hızlı hareket edip kaçamazsan kelebekleri yakalamak için özel olarak yapılmış kelebek ağı rap diye başından aşağı geçiverir. Ağın içine düştün mü kurtuluşu yoktur. Kim ister durup dururken bu hayata veda etmek? Baktım çocuk kararlı geliyor, çırptım kanatlarımı uçmaya başladım. Can korkusu kolay değil, bir de heyecanlanmıştım ki, sorma. Heyecandan kanatlarımı hızlı çırpamıyordum, dolayısıyla yükselemiyordum. Yerden bazen iki, bazen üç metre yükseklikte bir alçalıp bir yükselerek zorlukla uçuyordum. Çocuk belki yarım saat kovaladı beni, bir türlü peşimi bırakmadı. Sonunda, şu ilerideki derenin üstünden uçarak geçtim, çocuk ağzı açık arkamdan bakakaldı. Şimdi bu olayın etkisi altındayım, üzüntü duyuyorum. Ne istedi benden bilmem ki o çocuk? Neden üzdü beni? Ne olacak sanki beni yakalayıp da? Kelebek koleksiyonu yapıyor belki, belki beni de koleksiyonuna katacak. Zevk denmez ki buna, dert vermek denir. Yazık günah bana be, ne zararım var benim ona? "

" Bak sen şimdi o çocuğun yaptığına. Hiç öyle şey olur muymuş? Sessizce duran kelebeğin rahatını boz, peşinden koş, kovala, yakalamaya çalış. Bu tamamen yanlış davranış biçimini kesinlikle kabul etmiyorum ve o çocuğu kınıyorum. Her neyse, sen üzülme kelebek kardeş, bir daha böyle tatsız durumlarla karşılaşmaman en büyük dileğimdir. "

Uzunkulak kelebeğin minicik yüreğine su serpmiş ve onu rahatlatmıştı. Hayat güzeldi, yaşamak güzeldi, ara sıra ortaya çıkan böyle tatsız durumları önlemek olanaksız demekle  işin içinden çıkılamazdı. Tatsızlık olmadan, oluşmadan engellenebilirdi. Bunun çaresi muhakkak ki vardı. Ben  iyi davranışlar içindeyim, kötülük nedir bilmem derdin otururdun köşende. İşte, asıl büyük gaflet buydu. Doğrusu nedir dersen, cevabı gayet basitti: Gerçekten çok iyi bildiğin iyi davranışları başkalarına da öğreterek, pasif iyi değil, aktif iyi olarak ve bu amaç için sonsuz gayret sarf ederek.  Uzunkulak ile kelebek bu durumu uzun uzadıya konuşarak bir karara vardılar: İyiliğin en büyük savunucusu olarak bildiklerini canlılara anlatacaklardı. Akşamüstü birbirlerinden ayrılırken ikisi de hayatın güzelleştiğinin farkındaydı. Aradan bir ay geçmeden grup kurmuştu, Uzunkulak ile kelebek: Aktif iyiler grubu. Çalışmalar devam ediyordu ve edecekti, çünkü bunun için ant içmişlerdi.

SON
33
Öyküler / Yaşlı Değirmenci
11 Ekim , 2023, 23:55:13

YAŞLI DEĞİRMENCİ
Uzak, çok uzak şehirlerden birinin çok fakir bir köyü varmış. Bu köyün adı da fakir köymüş. Fakir köyün toprağı çorak, havası kurakmış. Bitki yetişmez, hayvan barınmazmış. Hal böyle olunca köydeki herkes bir dilim ekmeğe muhtaçmış. Bu köyde fakir ve yaşlı bir değirmenci varmış. Toprakta buğday yetişmiyormuş ki, insanlar buğdayını değirmene getirsin, öğütsün, un olarak geri alsın. Yaşlı değirmenci erkenden kalkar, elini, yüzünü yıkar, sanki öğütülecek çuvallar dolusu buğday varmış gibi, hevesle değirmenin başına geçer, dereden topladığı kumları buğdaymış gibi değirmen taşının altına döker, kendini avuturmuş. Günler böylece geçip giderken, fakirlik iyice boğazlarına kadar dayanmış. Bir dilim ekmek bulamaz olmuşlar.

Değirmencinin hanımı: " Bey, herkes gibi biz de açlıktan ölmeden bu köyden gidelim," demesine rağmen, yaşlı değirmenciye söz geçiremezmiş: " Ölürsem değirmenimin başında ölürüm. Sen istiyorsan git," dermiş de başka bir şey demezmiş.

Yaşlı değirmenci yine bir sabah erkenden kalkmış, değirmenin başına geçmiş, dereden topladığı kumları değirmen taşının altına dökmüş. Biraz sonra değirmen gürültüyle çalışmaya başlamış. Değirmenden farklı sesler gelmeye başlamış. Değirmenci de şaşırmış, bakmış, elini uzatmış, bir de ne görsün? Unun aktığı yerden çil çil altınlar akmıyor mu? Yaşlı değirmenci gözlerine inanamamış, avucuna alıp bakmış, yanlış görmüyormuş, bunlar gerçekten altınmış. Sevinçle hanımının yanına koşmuş. Olanları anlatmış. Kocasına ilk anda inanmayan hanımı altınları görünce inanmış. Çok mutlu olmuşlar, artık yoksulluktan kurtulmuşlar.
Yaşlı değirmenci ve karısı altınların bir kısmını alıp kasabaya inmişler. Kendilerine elbiseler, ayakkabılar ve yiyecekler alıp, köylerine dönmüşler. Onların bu durumunu gören köylüler olanlara bir anlam verememişler.  Gel zaman git zaman yaşlı değirmenci ve karısı zengin olmuşlar. İyi yürekli yaşlı değirmenci altınları sadece kendine ayırmayıp köylülere dağıtmaya başlamış. Köy fakirlikten kurtulmuş artık fakir köyün adı zengin köy olmuş. Ancak köylülerin arasındaki iki adam bu duruma tahammül edemiyormuş. Yaşlı değirmenci bu altınları nerden buluyor, diye merak etmişler.

Bir sabah erkenden değirmene giderken, yaşlı değirmenciyi yakalamışlar ve değirmene getirip bağlamışlar. Altınları nereden bulduğunu sormuşlar fakat bir türlü söyletememişler. Yaşlı değirmenci, ben size altın verdim, yardım ettim, deyince adamlar, verdiğin on altın bize yetmedi, biz altınların hepsini istiyoruz. Adamlar, değirmenciye altınların yerini söyletmek için, odunla dövünce yaşlı değirmenci oracıkta bayılmış. Bunun üzerine adamlar korkup kaçmışlar. Daha sonra adamları kolcular yakalayıp zindana atmışlar. Yaşlı değirmencinin karısı, aynı yöntemle altın elde etmek istemiş ama bu mümkün olmamış.  Aradan zaman geçtikçe köy giderek fakirleşmiş ve adı tekrar fakir köy olmuş.

SON

Yazan: Ayla Yıldırım

34
Öyküler / Konuşan Leylek
11 Ekim , 2023, 23:54:31

KONUŞAN LEYLEK
Yaşamakta olduğumuz şu yıllardan pek de o kadar uzak sayılmayacak bir zaman dilimi içerisinde konuşan bir leylek yaşarmış. Bu leylek insanlar gibi konuşur, insanlar gibi düşünürmüş. İyilik yapmayı ne kadar çok istermiş bir bilseniz...Fakat iyilik yapmak için hiç fırsat bulamazmış. Yazın Anadolu' ya gelir yuvasını kurar, sonbaharda havalar serinlemeye başlar başlamaz göç eder, kışı geçirmek için Mısır' a gidermiş. Mısır ülkesinin kışları, Anadolu' nun yazları kadar sıcak olurmuş. Yaz mevsimi gelince de tekrar Anadolu' ya dönermiş, çünkü Mısır ülkesinin yazları dayanılmaz şekilde sıcak geçermiş.

Senelerden bir sene yaz mevsiminde Anadolu' ya gelmiş. Gökyüzünde uçarken, aşağıdaki akarsu kenarında şirin bir kasaba görmüş. Hemen kararını vermiş. Yazı bu kasabada geçirecekmiş. Kasabanın üzerinde geniş daireler çizerek, dönerek alçalmaya başlamış. Tek katlı evlerden mavi boyalı olanın bacasını çok beğenmiş. Burası oldukça geniş ve manzarası güzelmiş. Çevreden çalı çırpı toplayıp yuvasını yapmış.

Günler günleri kovalamış. Konuşan Leylek, yeni yuvasında rahat ve mutluymuş. Mutlu olmasına mutluymuş da mutluluğunu tam olarak içine sindirememiş. Mavi boyalı evde bir adamla karısı yaşarmış. On yıldır evli oldukları halde nedense bir türlü çocukları olmazmış. Daha yuvasını kurduğu ilk günün gecesi  adamla karısı tarladan evlerine dönüp yemeklerini yedikten sonraki konuşmalarında bile hep çocukları olmadığından yakınırlarmış. Kadın ağlamış, sızlanmış, kocası da ağlamamasını isteyerek, üzülmekle ellerine bir şey geçmeyeceğini söylemiş. Her akşam aynı konuşmaları duyduğu için, çocuk meselesi kafasına takılır olmuş. İşte tam olarak mutlu olamamasının sebebi buymuş.

Daha sonraki bir gün sabaha karşı canı sıkılmış. Yuvasından çıkmış. Gökyüzünde uçtuktan sonra, kasaba camisinin bahçesine inmiş. Gezinmeye başlamış. Ortalıkta kimseler yokmuş.
Biraz sonra etrafına bakınarak, telaşlı hareketlerle yürüyerek gelen bir kadın  caminin kapısına elindeki sepeti bırakmış. Acele adımlarla geldiği yoldan geriye dönüp gitmiş. Kadının bıraktığı sepette ne olduğunu merak etmiş. Sepetin üstündeki örtüyü kaldırınca, bir de ne görsün?   Minimini bir bebek mışıl mışıl uyuyormuş. Konuşan leylek, bu kadının çocuğu neden terk edip gittiğini anlayamamış. Bebeğin üstünü örtüp orada bırakmış. Kadının gittiği yöne doğru uçmaya başlamış. Birkaç sokak ileride kadını giderken görmüş. Daha sonra kadın evine varmış. İçeriye girmiş. Kapıyı kapatmış. Evin bahçesine çıkmış. Bir köşeye oturup ağlamaya başlamış.

Konuşan Leylek  kadınla durumu konuşmaya karar vermiş. Bahçeye inmiş, kadına doğru yaklaşmış:  " Merhaba, rahatsız etmiyorum ya? " demiş. Kadın başını kaldırmış. Bakmış karşısında bir leylek kendisini merhaba diyor. Hayal gördüğünü sanmış, gözlerini ovuşturmuş. " Dert üstüne dert gelirse böyle olur işte. Karşımda bir leylek varmış da konuşuyormuş gibi geldi sanki. " diye söylenmiş.

Konuşan Leylek:  " Hayır, sayın kadın kardeş. Bu dünya, bu evler, bu insanlar nasıl gerçek ise benim varlığım ve benim insan dili ile konuşabilmem de o derece gerçektir "demiş. Kadın öylece bakakalmış. Aradan bir dakika geçmiş. Şaşkınlığı biraz olsun azalmış:   " Tamam, karşımda duruyorsun. Hayal gibi silinmiyorsun. Sen varsın. Peki, nasıl oluyor da konuşabiliyorsun?!. "
" Şaşırmakta haklısın, kadın kardeş. Yine de çok soğukkanlıymışsın; korkup kaçmadın.  İnsanın karşısına her zaman benim gibi düşünüp, konuşabilen bir leylek çıkmaz. Annem leylekti, fakat babam papağandı.  Dış görünüşüm anneme benzemiş. Konuşma yeteneğimi babamdan almışım ve ben de Konuşan Leylek olmuşum.  Bakışlarından durumu kavradığını anladım. Açıklamanı istediğim soru şu: Neden çocuğu cami kapısına bıraktın? "
" Kocamla ne güzel geçinip gidiyorduk. Çocuk dünyaya gelmeden iki ay önce kocamı kaybettim.  Çeşitli zorluklara göğüs gerdim. Biraz birikmiş paramız vardı, onunla idare ettim. Sonunda o para da tükendi. Akrabamız falan da yok, çocuğu bırakıp iş bulayım, çalışayım. Komşular dersen, herkes işinde gücünde. Onların da çocukları var, benimkiyle kim uğraşacak? Gün ağarmaya başladı.. Sabah ezanı az sonra okunacak. Cami imamı neredeyse gelmiştir. Çocuğu birisine evlatlık verirler herhalde. "
" Aman, imam gelmeden yetişeyim! Çocuk, kim aldı ya gitmesin. Tanıdığım çocuksuz bir aile var. Yıllardır çocuğa hasret. Yarın bu saatler durumdan seni haberdar ederim "demiş, Konuşan Leylek. Cümlesini bitirmeden bir kurşun gibi fırlamış. Uçmaya başlamış. Böylesine süratli uçtuğunu hatırlamıyormuş. Ancak saniyelerle sayılabilecek bir süre sonra caminin kapısı önüne inmiş. Neyse ki, imam daha gelmemiş. Bakmış çocuk hala uyumakta. Sepetin sapını gagası arasına kıstırmış. Havalanmış. Mavi boyalı evin bacası üstündeki yuvasına gelmiş. Nefes nefese kalmış. Dinlenmiş. Ev sahipleri uyanmışlar, konuşuyorlarmış. Tam zamanı olduğunu düşünmüş. Sepeti almış. Aşağı yola inmiş. Kapıyı çalmış. Bir süre beklemiş. Kapıyı açıp öylece durup bakakalan kadının şefkatli kollarına bebeği bırakmış. Uçup gitmiş. Yıllardır evlat hasretiyle yanıp tutuşan kadın ile adamın sevincini varın siz tahmin edin artık.

Konuşan Leylek, ertesi gün söz verdiği zamanda çocuğun annesinin evine gitmiş. Kadına, çocuğunun emin ellerde olduğunu söylemiş. Bu kasabaya geldiği ilk günden itibaren olanları anlatmış. Bir bahaneyle çocuğun yeni annesiyle arkadaş olup, çocuğunu istediği zaman gidip görebileceğini söylemiş. Kadın, Konuşan Leylek'e teşekkür etmiş. Üzüntüsünün oldukça hafiflediğini söylemiş. Konuşan Leylek, kadına ' Ara sıra uğrarım.. ' diyerek mavi boyalı evin bacası üstündeki yuvasına doğru, göğsü gururla kabararak uçmuş.

SON



35
Öyküler / Şarkıcı Bülbül
11 Ekim , 2023, 23:53:36

ŞARKICI BÜLBÜL
Uzaklardan gelen nağmeler kulaklarından ruhunun derinliklerine yayılmıştı, ihtiyar kaplumbağanın. Yuvasından çıktı. Büyük ve ağır kabuğunu zorlukla sırtında taşıyordu. Ayakları ağrıyordu, ama olsundu. Sıkıntıya katlanacak fakat en güzel öten, en güzel şarkı söyleyen bülbülün konserini kaçırmayacaktı. O bülbül ki, aman efendim, bir ses bir nefes! Duyanlar elindeki işini bırakır, dinlemeye koşardı. Zalim, bir de yakışıklıydı ki.. Şöyle bir yan döner, kafasını yukarıya kaldırıp şarkı söylemeye başladığı zaman, dinleyenler mest olur " Ah " çekerler, biçareler, mecnunlar " Of " çekerlerdi.
İki ay önce  çevre ormanları şampiyonlarının katıldığı güzel ses yarışmasında birinci olup " Şampiyonlar Şampiyonu " unvanını almıştı. Kendisine armağan edilen büyük bir yuvada yaşıyordu. Yuvanın temizliğine ve yiyecek işine yardımcıları bakıyordu. Konserler veriyor, çok kazanıyor, çok harcıyordu. Yakın dostları, arkadaşları yüzleri aşmıştı. Hepsi, iltifat ediyor, övgüler yağdırıyor, çevresinde pervane oluyordu. Bu böyle dört ay daha devam etti. Havalar soğumaya başlamıştı. Orman hayvanları kış uykusuna yatmaya başladılar. Bülbül, yakın arkadaşları ile görkemli yuvasında eğlenceler tertipliyor, şarkılar söyleyip, sabahlara kadar zevk ve eğlence ile vakit geçiriyordu.

Karlı bir kış günü bülbül yuvasından çıktı. Daldan dala neşe ile uçarken yoruldu. Terledi. Susuzluğunu gidermek için, biraz kar yedi. Tekrar havalandı. Uçtu. Uçtu. Akşamüstü yuvasına geri döndü. Arkadaşları evde toplanmışlardı. Bülbülün gelmesiyle eğlenceler tekrar başladı. Sabahlara kadar yediler, içtiler, güldüler, oynadılar. Arkadaşları gittikten sonra, bülbül odasına girdi. Yatağına yattı. Derin bir uykuya daldı.
Vakit öğle üzerini geçmişti. Bülbül uyandı. Başı sersem gibiydi. Ter içindeydi. Yutkunmaya çalıştı, yutkunamadı. Boğazı yanıyordu. Aklını toplamaya çalışırken, dün terliyken soğuk kar yediğini hatırladı. Hastalanmıştı. Doktor Sincap Bey'i çağırdı. Doktor Sincap, bülbüle dinlenme tavsiye etti. Çeşitli ilaçlar yazdı, haplar verdi. Bülbül, bu tavsiyeleri aynen uyguladı. Birkaç gün sonra iyileşti, ayağa kalktı. Ertesi gün odasında yalnız olduğu bir sırada canı şarkı söylemek istedi. Kendisini ne kadar zorladıysa da fark etmedi; sesi eskisine göre, kalın, boğuk ve çatallı çıkıyordu. " Bu sesle şarkı söylemeye kalkarsam herkesin yanında rezil olurum. Beni alaya alırlar. En iyisi hiç kimseye bundan söz etmemek " dedi kendi kendine. Sonraki üç ay aynı şekilde eğlenceler devam etti.

Nisan ayı geldiğinde kış bitmiş, havalar ısınmıştı. Orman hayvanlarının çoğu kış uykusundan uyanmışlardı. Ormanda konser tertipleyen organizatörler harekete geçtiler. İlk durakları bülbülün yuvasıydı. Büyük paralar vaat ettikleri halde bülbül teklifleri geri çevirdi. Aslında paraya çok ihtiyacı vardı. Kış mevsimi boyunca dostlarıyla birlikte, geçen yaz kazandığı paraları harcamıştı. Hazıra dağlar bile dayanmazdı. Çok uğraşıp, çalışıp çabaladığı halde, eskisi gibi güzel şarkı söyleyemiyordu. Sonunda orman hayvanları arasında şampiyon bülbülün sesini kaybettiği hakkında söylenti çıktı. Kimseler evine uğramaz oldu. Hizmetçiler, evi terk etmeye başladı. Bülbül maaşlarını ödeyemez duruma gelmişti.  Eski şarkıcı bülbül görkemli yuvasında yalnız kaldı. Çaresizdi. Tarifsiz acılar içindeydi. En güzel şarkı söyleyen şarkıcı seçilmiş, konserlerde büyük paralar kazanmış, kısa sürede baş döndürücü bir hızla yükselmişti. Gençti, tecrübesizdi, aldanmıştı. Dostları, can arkadaşları neredeydiler şimdi? Fakat onlara da kızamıyordu: " Beni hiçbirisi zorlamadı ki, her gece eğlenceler düzenle, paralarını bizim için harca diye. " Ayrıca, soğuk bir kış günü terli terli kar yemişti. Ya buna ne demeliydi?

İhtiyar kaplumbağa günlerdir çok üzgündü. Sesine hayran olduğu yakışıklı bülbülün haline kahroluyordu. Duydukları doğruysa, bülbül sesini kaybetmişti. Bülbülü evinde arıyor, fakat bulamıyordu. Bir gün ormanın tenha bir yerinde bülbülle karşılaştı.
Kaplumbağa:  " Merhaba sayın bülbül. Ne zamandır sizinle tanışmak istiyordum. Geçen yıl siz şarkı yarışmasını kazandığınızda ben de seyirciler arasındaydım. Sesinizi ilk kez orada duydum, hayran kaldım. Daha sonra verdiğiniz konserlerden hiçbirini kaçırmadım. Siz şarkı söylerken, kendimi bulutların üzerinde gibi hissediyorum " dedi.

Bülbül:  " Ne yazıktır ki, hepsi mazide kaldı. Hatıralar hayal oldu. O bülbül yok artık aramızda. Duymuşsunuzdur, karlı bir kış günü uçarken yorulmuş ve biraz kar yemiştim. Hastalandım. Hastalık birkaç günde geçti. Fakat sesimi kaybetmiştim. Param çokken yanımdan ayrılmayan dostlarım beni terk ettiler. Her neyse, sizi de meşgul etmeyeyim, belki işiniz vardır " dedi.

Kaplumbağa:  " Bakın sayın bülbül. Ben tam yüz on yaşındayım. Nice olaylara tanık oldum. Bunca uzun süren yaşamım boyunca kimseye zararım dokunmadı. Aksine birçoklarına yardım ettim ve karşılık beklemedim. Anladığım kadarıyla, sesinizi etkileyen, ses tellerinizin iltihaplanmasıdır. Dumanlı dağdaki " Şifa Veren İksiri " ağır hastalıklar sonucu oluşan arazların giderilmesine birebirdir. Bu iksirin içinde bulunan elementler, çeşitli hastalıklara iyi geldiği gibi, ses telleri ve gırtlak üzerinde olumlu etkileri vardır. İksirden günde üç bardak olmak üzere dört gün boyunca içeceksin, dört gün sonunda sesinin düzeldiğini göreceksin. Haydi, bakalım sayın bülbül, yolun açık olsun " dedi.

Bülbül, kaplumbağa ile vedalaştıktan sonra, bir ok gibi gökyüzüne yükseldi. Kaplumbağanın söyledikleri doğru ise ve sesi düzelirse,  eski güzel günlere dönebilecekti. Fakat çok daha bilinçli ve tutumlu olacaktı. Bülbül uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, dumanlı dağa vardı. İksirin aktığı pınarı buldu. Dört gün sonunda, sesi eski sağlığına kavuştu. Tekrar ormana döndü. İlk işi kaplumbağa ile buluşmak oldu. Son derece sevinçliydiler. Hemen gidip konser tertipleyen bir organizatörle anlaştılar. Bülbülün konserler vereceği haberi ormanda büyük yankı uyandırdı. Orman hayvanları, bülbülün büyüleyici sesini dinlemeye koştular.

İki hafta sonra: Bülbül eski güzel günlere nihayet dönmüştü. Kazandıklarını harcarken tutumlu davranıyor, gereksiz harcamalardan şiddetle kaçınıyordu. Bir işe karar vermeden önce kaplumbağaya danışıyor, onun söylediklerini harfiyen uyguluyordu. Organizatörlere yardımcısı olduğunu söyleyip ayrıca kaplumbağanın para kazanmasını sağlıyordu. Zevk ve eğlence arkadaşları: " Neden evinde eğlence düzenlemiyorsun? " diye sorduklarında buruk bir şekilde gülümsüyor, " Yakında arkadaşlar, yakında..." diyerek geçiştiriyordu. Bu arkadaşlarıyla daima arasında belirli bir mesafe bırakıyordu.  En acılı günlerinde karşılık beklemeden yardımcı olan, üstün bilgi ve engin hayat tecrübesine sahip bulunan yüz on yaşındaki ihtiyar kaplumbağaya sarılıyor ve " Bir gerçek dost bin posttan iyidir." diyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Şarkıcı Bülbül - Karaca Yayınları - Yayın Yılı: 2018 Sayfa: 1-20
Sihirli Masallar - Bilgi Yayınevi - Yayın Yılı: 2009 - Sayfa: 78-84
Pofuduk Yayınları - Sayfa: 3-20
36
Öyküler / Korkak Tavşan
11 Ekim , 2023, 23:52:30

KORKAK TAVŞAN
Orman kenarında bir Korkak Tavşan yaşarmış. Geceleri gizlendiği ağaç kovuğundan hiç çıkmazmış. Uyurken korkulu rüya gördüğü zamanlar kan ter içinde uyanır rüyasında gördükleri sanki gerçekten oluyormuş gibi titrer dururmuş. Günlerden bir gün yuvasından fazla uzaklaşmadan yiyecek aramaya çıkmış. Dört beş adım atıp çevresine bakınır tehlike olmadığına kanaat getirir öyle ilerlermiş. Ceviz ağacının dalından bir ceviz Korkak Tavşan' ın yanı başına düşmesin mi? Korkak, neye uğradığını şaşırmış. Aklı başından gitmiş. Gerisin geriye dönüp arkasına bile bakmadan can derdiyle koşarak yuvasına gelmiş. Kapının sürgülerini takıp yatağın altına saklanmış.
Korkak Tavşan' ın daldan düşen bir cevizden kaçtığını Bilge Tavşan görmüş. Yerden cevizi alıp cebine koymuş. Korkak Tavşan' ın yuvasına gelmiş ve kapıyı çalmış:  " Tavşan kardeş kapıyı açar mısın? Ben geldim. Ben Bilge Tavşan'ım. Seninle konuşmak istiyorum. "
Korkak Tavşan Bilge Tavşan' ın sesini duyunca rahatlamış. Gizlendiği yatağın altından çıkmış. Kapının sürgülerini çekip kapıyı açmış:   " Hoş geldin Bilge Tavşan..Buyurun gelin içeriye size havuç ikram edeyim.."

Ev sahibinin getirdiği havuçlar yenilmiş. Oradan buradan konuşulmuş. Derken Bilge Tavşan asıl konuya geçme zamanının geldiğine karar verip karşısındakini incitmemeye, gururunu kırmamaya, üzmemeye dikkat ederek şöyle demiş:  " Sevgili tavşan kardeş, bundan bir saat kadar önce orman kenarında gezintiye çıkmıştım. Biraz ileride sizi gördüm geliyordunuz. Birdenbire geriye dönüp koşmaya başladınız. Niçin? Acaba ne oldu? Diye merak ettim. Geçerken uğrayıp sorayım dedim. "
Korkak Tavşan ezile büzüle:  " Şey, Bilge Tavşan " demiş. " Ağaçtan üstüme bir aslan atladı.Yan tarafıma düştü. İkinci hamleyi yapmasına fırsat bırakmadan kaçtım. "
Bilge Tavşan: " Sen hiç merak etme tavşan kardeş. Ben o aslanı yakalayıp cezasını verdim. İşte burada..." demiş ve cebinden çıkardığı cevizi tabağın içine bırakmış.
Korkak Tavşan: " Aaa!..Bu aslan değil ama bu bir ceviz..." demiş.
Bilge Tavşan: " Tavşan kardeş ceviz ağacının yanından geçerken daldan bu ceviz düştü. Her an karşına bir aslan veya bir yılan çıkacakmış gibi dört beş adımda bir durup bakınarak yürürken daldan düşen bu cevizi sana saldıran aslan zannettin. Gereğinden fazla korktun. Dikkatli olmak tehlikelerden belli ölçüler içinde sakınmak gerçekten her zaman her yerde faydalıdır. Fakat çeşitli alışkanlıklarda olduğu gibi korku eyleminde de aşırıya kaçmak fazla önem vermek doğru değildir. Hepimizin korktuğu bir şeyler vardır. Korkulması gereken bize zararlı olabilecek durumlar sayılamaz. Korku, beyinde düşüncedir, kurtulursun. Evet, sevgili tavşan kardeş artık yalnız değilsin. Ben varım. Sana yardım edeceğim ve ikimiz el ele verip bu korkaklık illetini söküp atacağız. Var mısın? " demiş ve elini uzatmış.
Korkak Tavşan: " Varım Bay Bilge. Bundan sonra korku kelimesini aklımdan sildim. Korkmayacağım işte ne olacaksa." demiş ve Bilge Tavşan' ın elini sıkmış.
Aradan bir yıl geçmiş. Korkak Tavşan artık ormanda yokmuş yerine Cesur Tavşan varmış. Üstün cesareti sayesinde " Tavşanların Başkanı " olmuş. Ormandaki hayvanlar arasındaki konuşmalarda bazı hayvanlar gecenin karanlığında ormanın derinliklerinde bir tavşanı yalnız başına dolaşırken gördüklerini yeminler ederek anlatırlarmış.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Korkak Tavşan - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa
Masal Sepeti - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2014 - Sayfa: 373-386
Nar Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015 - Sayfa: 281-293
37
Öyküler / Avcı George ( Hunter George )
10 Ağustos , 2023, 12:46:59

AVCI GEORGE ( HUNTER GEORGE )
Yıl 1915. İngilizler, Çanakkale'ye ingiliz donanmasını getirdi. Yetmedi. Fransız donanmasından yardım istedi. Fransız gemileri, Çanakkale'ye geldi. İngiliz gemileriyle birlik olup Türk tabyalarını dakikada insan büyüklüğünde 60 mermi atan toplarıyla dövmeye başladı. Türk siperleri giderek boşaldı. Savaşan askerler azaldı. Siperler, gerilere çekildi. Sonradan Mustafa Kemal geldi. Özgürlük ve bağımsızlık savaşçısı Mustafa Kemal. Türk topçularına ateş emrini verdi. Ateş, ateş, ateş dedi. Öncesinde alman komutanlar vardı ve Türk topçularına ateş etmeyin, bekleyin diyordu.
İngilizler baktı, Çanakkale geçilmez. Bunun için bir engel var: Mustafa Kemal. Londra'da başbakan Winston Churchill  bakanlarıyla bir toplantı yaptı ve sonuç: Avcı George, Çanakkale'ye yönlendirilecekti. O, uçan kuşu vururdu değil ki, Mustafa Kemal'i vurmasın. Avcı George, Hindistan'dan yeni gelmişti. Bana bir hedef gösterin ikinci kurşuna gerek kalmaz, diyordu. Avcı George gece yarısından sonra Çanakkale'ye geldi. Yanılma payının sıfır olduğu ve hedefin kesinlikle imha edileceği sözünü verdikten sonra karanlığa doğru adım attı. Ben bir dünya yaratırım ve yarattığım o dünyanın ilk hayranı ben olurum, diyordu.  Dağlar, tepeler aştı, soğuk sulardan içti. Çimen ve ot yedi. Aradan günler, haftalar geçti. Artık ingilizler bile onun nerede olduğunu bilmiyordu.

Günlerden bir gün ingiliz ve fransız savaş gemileri Türk siperlerini yoğun bombardıman ateşine tabi tutmuştu. Mustafa Kemal bombalardan korkmuyor, sağa sola emirler yağdırıyordu. Mustafa Kemal olmasaydı Çanakkale destanı yazılamazdı.

Bir gün avcı George'den telsiz mesajı geldi:  Bombardımanı kesin. Tepeye çıkmış ve olanca ağırlığıyla Türk siperlerini göz hapsine almıştı. Mustafa Kemal namlunun ucundaydı ve tetiği bir kez çekmesi sonun başlangıcıydı. Avcı George tetiğe bastı, bir kez daha bastı. Mustafa Kemal çok hareketliydi, atışlar boşa gitmişti. Yazıklar olsun diyerek tüfeğini yere attı. Hedef büyüktü ve vuramadığı için, kendine lanet etti.  Bombalar, evet, bombalar. Belindeki kemere bağlı duran iki bomba. Doğumu İstanbul'du. 15 yaşında ailesiyle birlikte Londra'ya göç etmişti. Bir Türk kadar Türkçe'yi iyi konuşuyordu. Londra'da üniversitede okurken tüfek atışlarına merak sarmış ve kısa zamanda ingiltere şampiyonu olmuştu.  Bel kayışında takılı iki bombayı ellerine aldı. Tepeden ağır adımlarla aşağı, Türk siperlerine doğru yürümeye başladı. Türk siperlerindeki asker ve subaylar, iki elinde birer bomba olan ve Türkçe konuşan askere bir anlam verememişti.
Avcı George sonunda Mustafa Kemal'in karşısına çıktı. Sol elindeki bombayı cebine koydu. Sağ elindeki bombanın pimini çekti ve attı ama bomba patlamadı. Birkaç asker, tüfeğini George'ye doğrulttu. Ellerini kaldır, diye bağırdı. Tüfekler üstüne çevrilince Avcı George şaşırdı. Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştı.  Bir yerlerde bir şeyler bunu kolluyor, diye düşündü. İkinci bombayı atsam nafile, o bomba da patlamayacak, diye düşündü. Geriye doğru on adım attı ve ikinci bombanın pimini çekti. Bomba korkunç bir gürültüyle patladı. Artık ortada  ne avcı vardı ne George vardı.

SON

38
Öyküler / Atatürk'ün Çocukluk Anıları
22 Mayıs , 2023, 18:29:22

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
KARDEŞİM MUSTAFA
Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma 1874 tevellütlü Selanikli Ahmet 9 yaşındaydı. Yanında 8 yaşında olan kardeşi Ömer ve 2 yaşında olan Mustafa vardı. Askercilik oynuyorlardı. Ahmet kardeşlerini uygun adım yürütürken, sol sağ, sol sağ yarın bayram olsa diyordu. Aradan zaman geçti. Ömer yoruldu, eh Ahmet de yoruldu. Dön, dön, nereye kadar. Mustafa yorulmadı, dönmeye devam etti. Ahmet, Mustafa'ya laf olsun diye seslendi: Mustafa, bir otur, dinlen. Sen döndükçe biz yorulduk. Sonunda Mustafa söz dinledi ve bir köşeye oturdu. Ahmet ile Ömer daha sonra kalktı ve yürümeye devam etti.

----------------------------------------------------------

ZÜBEYDE HANIM'IN ÇOCUKLARI
Ahmet, Ömer ve Mustafa evin bahçesinde oynuyordu. Birden ortalık Ömer'in çığlıklarıyla inledi. Yetiş Ahmet abi, beni arı soktu. Ahmet yakındaydı, yerden bir dal parçası alıp, kardeşi Ömer'in çevresini saran yaban arılarına saldırdı. Yaban arıları sağa-sola kaçıştı. Ömer hızla eve girdi ve kapıyı kapadı. Biraz sonra Ahmet de eve girdi ve odasına saklandı. Bahçede Mustafa kalmıştı. Mustafa 2 yaşındaydı ve hayata dolu gözlerle bakıyordu. Yıllar sonra Mustafa Kemal adını alacak ve vatanına saldıran düşmandan kaçmayacaktı. Tıpkı 2 yaşında yaban arılarından kaçmadığı gibi.   

----------------------------------------------------

KOBRA
Yıl 1883. Ali Rıza Bey 44 yaşında, oğlu Ömer 8 yaşındaydı. Birlikte yenice tayin edildiği Çayağzı'ndan Selanik'e dönüyordu. Ali Rıza Bey birden patika yolda bir kobra gördü. Kobra diklenmiş ve yerden yüksekliği 1.5 metre kadardı. Ali Rıza Bey, oğlunu kolundan tuttu: Dur Ömer. Bu kobra yılanı. Çok sinirli. Üstüne yürümek yanlış olur. Belki yakında yavruları vardır. Çevresinden dolaşacağız.
Ali Rıza Bey ile Ömer geniş bir yay çizerek kobrayı arkalarında bıraktılar ve Selanik Yenikapı'daki evlerine  döndüler. Ali Rıza Bey kobra olayını anlattığında Zübeyde Hanım şöyle dedi: Baba oğul çok büyük tehlike atlatmışsınız. Böylesi zehirli bir yaratıktan uzak geçmek doğrudur.

--------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABLASI FATMA
Fatma, Selanik'teki evde oyuncaklarıyla oynuyordu. Pek çok oyuncağı vardı ve en çok annesinin yünden ördüğü oyuncak bebeğini seviyordu. Bebeğiyle konuşuyordu ama onun karşılık vermemesi Fatma'yı üzüyordu. Fatma'nın bir gün canına tak dedi ve annesine seslendi:  " Anne, bu bebek konuşur diyordun ama şimdiye kadar benimle hiç konuşmadı. "
Annesi Zübeyde Hanım:  " Kızım, belki bugün konuşacak ve sana merhaba diyecek. Ne biliyorsun? "
" O zaman konuşsun ve bana merhaba desin. "
Zübeyde Hanım, sesini incelterek ve çocuk sesi taklidi yaparak konuştu: " Fatma, nasılsın? Ben senin bebeğinim ve seni çok seviyorum. "
Fatma beyninden vurulmuşa döndü ve bebeğinin konuşması onu çok sevindirmişti. Annesine seslendi: " Anne, duydun mu? Bebeğim konuştu ve ben şimdi çok mutluyum. "
Fatma 4 yaşındaydı ve hayata gülen gözlerle bakıyordu. Bebeği işte konuşuyordu. Fatma bebeğiyle Selanik sokaklarında özgür ve mutlu olarak koşabilecekti.

------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABİSİ AHMET
Annesi oğlunu bakkala yollarken: Ahmet, dededen yarım kilo yoğurt alıver, dedi. Akşama size bir sürprizim var. Hamur işi hazırlayacağım ama pide mi, börek mi, asla tahmin edemezsin.
Bunun üzerine Ahmet: Yoğurt alırım ama hani para? Sen para vermezsen, ben yoğurt alamam. Pidedir, börektir hazırlayamazsın.
Zübeyde Hanım: Aman oğlum, elimde hazır para olmasa ben senden yoğurt almanı ister miyim? Al şu paraları, yeter de artar bile.
Ahmet tencereyi alıp bakkala doğru yola çıktı. Paralar cebinde şıngırdıyordu. Bakkaldan içeri girdiğinde bir heykel gibi donakaldı. Dede, tezgahın üstüne kollarını koymuş, başını elleri arasına almış, uyukluyordu. Ahmet sessizce bekledi. Sağa-sola bakındı. Ekmek dolabını açıp kapadı. Bez perdeyi açtı. Peynir almaya geldiğinde dede oradan peynir verirdi. İki teneke vardı. Biri açıktı ve bir miktar peynir satılmıştı. Bakışları tezgaha yöneldi. Kavanozlar içinde türlü tevir şekerleme vardı. En çok sevdiği pişmişti. Bu yumuşak şekerlerden her gün bir kavanoz yese bıkmazdı. Sonradan dede uyandı. Ne oldu, oğlum, ne istemiştin, dedi.
Ahmet: Ben yarım kilo yoğurt alacaktım, dedi.  Ahmet yoğurdu aldıktan sonra eve doğru yöneldi. Annesi pide veya börek hazırlasa ne fark ederdi? İkisi de hazır yemekti ve yanında ayran olsa cana can katardı.

--------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABİSİ ÖMER 
Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma Ömer 8 yaşındaydı. Kuşpalazı (difteri) salgını vardı. O günlerde Mustafa 2 yaşındaydı.
Bir gün Mustafa Kemal'in abisi Ömer yaşıtı Celal ile evlerinin bahçesinde geziniyordu. Celal birdenbire: Bak Ömer, şu yılanı görüyor musun? Ben bu yılanı alır, parmağımın ucunda sallarım, dedi. Yılan dediği parmak kalınlığında, iki karış boyundaydı.
Ömer: Aman, Celal, bırak yılanı gitsin, sana ne zararı var, dedi.
Celal: Öyle deme Ömer, bu yavru yılan büyür, piton olur. Sen 2 metre olsan, bu yılan 10 metre olur. Yıllar sonra sen adam olsan da fark etmez. Bu yılan seni yakalar ve yutar, dedi.
Aradan dakikalar geçti. Celal, yavru yılanı sallamaya devam etti. Ta ki Celal'den bir ah sesi duyulana kadar. Ömer hızla sağına döndü. Celal diz çökmüştü ve sağ eli morarıp şişmeye başlamıştı.
Ömer, yılanın başını tuttu ve sıktı. Yılanın gücü azalmıştı. Sol eliyle yılanın kuyruğunu tuttu. Ters istikamette döndürerek, Celal'le yılanı birbirinden ayırdı. Yılanın başını taşla ezdi. Bir koşu gidip babası Ali Rıza Bey'i yardıma çağırdı. Ali Rıza Bey, Celal'in koluna ısırığın biraz yukarısından mendiliyle sıkma uyguladı. Kanayan yeri emdi, tükürdü. Bu işlemi defalarca tekrar etti. Baygın Celal kendine gelmeye başladı. Ali Rıza Bey'in dudakları hafiften şişmeye başlamıştı.
Bir kaç gün sonra her şey normale döndü. Celal olanları unutmuş, hayatın akışına kapılmış, savrulup gidiyordu. Ömer, arkadaşını kurtardığı için, babasına teşekkür etti. Geri planda olanların takipçisi Mustafa geleceği şekillendireceği günleri düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

---------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: HASİBE NİNE
Bir gün bakla tarlasından çiftliğe dönüyordum. Toprak yolun kenarındaki eski, tek katlı, ahşap bir evde yaşayan Hasibe Nine'ye uğradım. Hal hatır sordum. Yalnızlığını paylaştım. Testiyi alarak yakındaki dereden su doldurup getirdim.
Hasibe Nine: " Sağ ol evladım!  Sen olmasan şurada açlıktan, susuzluktan kıvranacağım. Bana ekmek, yemek, yoğurt getirirsin. Suyumu doldurursun. "
Ne demek efendim? Bu benim insanlık görevim. İnsanlar yardımlaşmalı, yiyeceğini paylaşmalı. Şu güzelim dünyada hoşça vakit geçirmeli, dedim.
" Benim Mustafam, neler de bilirmiş? Çok bilgiliymiş. Civan boylum benim. Gel de ninen sarılsın sana. "
Hasibe Nine'ye sarıldım ama birdenbire ağlamaya başladı.
Ama neden ağlıyorsunuz? Yoksa canınızı mı yaktım?  dedim.
" Yok evladım, canımı yakmadın. Ben yalnızlığıma ağlıyorum. Yaşlı insanlar, yalnız kalırlar. Yalnızlık zor evladım, çok zor. "
Daha sonra en iyi dileklerle oradan ayrıldım. Çiftliğe doğru yoluma devam ettim. Birden ilerideki çimenlerin arasında uçamayan bir güvercin gördüm. Güvercini alarak çiftliğe götürdüm. Dayım, güvercinin incinmiş olan kanadını tedavi edip, sardı. Birkaç günde iyileşir, dedi.
Ertesi gün güvercini Hasibe Nine'ye götürdüm. Onu bir kafese koydu. İyileşince bırakırım, dedi. İyileşince bıraktı ama güvercin biraz uçtuktan sonra geri döndü. Hasibe Nine'yi çok sevmişti ve ondan ayrılmamaya kararlıydı. Orada olduğum zamanlarda güvercin etrafımda uçuyor ve beni saygıyla selamlıyordu.

--------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: CUMHURİYET İLAN EDERDİM
Mustafa bakla tarlasında bekçilik yaparken, diğer yandan yeni arkadaşlar ediniyordu. Bunlardan biri de Süleyman'dı. Süleyman komşu çiftliğin sahibinin oğluydu. Fırsat buldukça Hüseyin Ağa'nın çiftliğine gelir, Mustafa'yı bulur ve aralarında oynadıkları oyunlara katılırdı.
Bir gün Süleyman yine oyuna katıldı. Koştu, yoruldu. Yarıcı çocukları gidince Mustafa ile Süleyman bir ağacın altına oturdular.  İlk soru Süleyman'dan geldi: Mustafa, sence bu padişahlık ne zamana kadar sürer?
" Çok sürmez. Sınavlarda üç yanlış bir doğruyu götürür ama üç yanlışın götüreceği doğru yoksa, ben padişah olsam ne olacak? Osmanlı İmparatorluğu uçurumun kenarında. "
Süleyman:  " Bravo Mustafa, her sözünün altına imzamı atarım. Bir de padişahların hanımlarından bahsetsen. "
Mustafa:  " Yıkım kararı alırsın. Osmanlıyı ben yıkamam ama düşmanlar yıkar. Padişahlar, Türk kızları dururken, yabancı kızlarla evlendiler ve çöküşü hızlandırdılar. Bir de saraydan çıkmayan padişahlar var. "
Daha sonraki günlerde bu konu konuşulmaya devam etti.   Bir akşamüstü Süleyman, Hüseyin Ağa'nın çiftliğine geldi ve Mustafa'yı buldu. Babasıyla bazı konularda anlaşamadığını, bir tartışma sonunda babasının kendisini çiftlikten kovduğunu söyledi. Babasının son sözleri şunlar olmuştu:  " Süleyman senin padişah karşıtlığını anlamıyorum. Osmanlı İmparatorluğu ne güzel yönetiliyor. Artık bu çiftlikte yerin yok senin. "
Babasının bu sözleri üzerine Süleyman tasını, tarağını toplamadan yola çıktı ve komşu çiftliğe doğru yöneldi. Orada özgün düşünme yeteneğine sahip bir arkadaşı vardı ve Mustafa, onu sokakta bırakmazdı. Gerçek arkadaş zor günde belli olurdu. İyi günde pasta ikram eden, kötü günde lokmanı elinden alana ben gerçek arkadaş demem diyordu, Süleyman.
Mustafa, Süleyman'ı güler yüzle karşıladı. Süleyman olanları anlatınca çok üzüldü. Daha sonra ikisi birlikte Zübeyde Hanım'ın yanına gitti ve arkadaşının yatıya kalması için, gerekli izni alması zor olmadı.

Akşam yemeğinden sonra Mustafa ile Süleyman, sohbete daldı. Konu yine ülkenin geleceğiydi. Bir ülke yönetiminde sadece koltuk sahipleri söz sahibi olmamalıydı. Her vatandaş yönetime karışır, fikir ileri sürer ve yorum yapardı. Padişah, kral, imparator, halkın sesine kulak vermezse tacını, tahtını verirdi.  Bir aralık Süleyman şöyle bir soru sordu: Arkadaş, bilmem inanır mısın, tıpkısının aynısı ben de seninle aynı düşünceler içindeyim. Temsilde, ülke yönetimini sana bıraksalar, yönetim düzenin nasıl olurdu?
Mustafa:  " Ben Cumhuriyet ilan ederdim. Millet Meclisi olmalı. Burada çeşitli vilayetlerden gelen temsilciler olmalı. Halk, beğenmediği yöneticiyi değiştirebilmeli. "
Mustafa ile Süleyman sonraki iki gün birlikte vakit geçirdiler. Pek çok konuda fikir alışverişinde bulundular. Çiftliğin avlusunda gezdiler, dolaştılar, yoruldular. Daha ertesi gün Mustafa komşu çiftliğe giderek, Süleyman'ın babasıyla bir görüşme yaptı ve Süleyman'ı affetmesini istedi. Baba, Mustafa'ya, sen çok zeki ve dünyada eşi bulunmaz bir çocuksun. Seni kıracağıma kafamı kırarım, dedi ve oğlunu affettiğini söyledi. Çiftliğe geri dönen oğlunun fikirlerine her zaman önem verdi. Anlattıklarını dikkatle dinledi.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

--------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: CİVCİVLER HOROZ OLDU
Dayımın çiftliğinde günler birbiri ardına geçip giderken, bir gün dayım torba dolusu civcivle çıkageldi: Koş Mustafa koş, bak sana civciv getirdim. Onları besle, büyüt, dedi. Ben bir sandalyeye oturdum. Saydım, civcivler on taneydi. Makbule ile Naciye civcivleri besleyip büyütmeme yardımcı olacaktı.
Geçen günlerle birlikte civcivlerin azalmaya başladığını fark ettim. Çiftliğin bahçesinde dolaşan bir kedi vardı ve civcivleri o kapıyordu. Çiftliğe geldikleri ilk gün orta yere bıraktığımızda dört civciv yanıma geliyordu. Beni tercih etmeyenler, Makbule ile Naciye'nin yanına gidiyordu. Kedi onların civcivlerini yedi. Bana inanan dört tanesini büyüttüm. Hepsi horoz oldu.

--------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: EVCİLİK ANISI
Çocukluk çağında yaşadığım unutamadığım anıların başında evcilik anısı vardır. Selanik'te sekiz on yaşları arasında komşu kızları evlerinin önüne kilim serer ve evcilik oynardı. Türk çocukları değil ama ermeni ve rum çocukları bunlara rahat vermez, tepelerine dikilir, alay ederdi. Ermeni Krikor: Vay Fatoş, kurmuşsun evini, bakarsın rahatına. Şu kıza çocuğum dersin, yoktur bunun babası?
Rum Yorgo: Olurum ben o çocuğa baba. Yeter ki kapın açık olsun.
Fatoş, sonunda alaylardan bıkmış ve evcilik oyununa bir baba aramış. Sonunda beni buldu. Olanları anlattı. Biz evcilik oynarken, baba olur musun, dedi. Ben hiç düşünmeden evet dedim. Olaylar gözümün önünde cereyan ediyordu ve görünen köy kılavuz istemezdi.
Ertesi gün Fatoşların evinin önüne kilim serilmişti. Temsilde anne Fatoş ve iki kızı yemek yapıyordu. Ben kilimin ortasında oturuyor ve baba rolündeydim. Ermeni ve rum çocuklar gelip geçiyor ve bana bakıyorlardı. O gün tek laf atan, ileri geri konuşan olmadı. Selanikli Mustafa derlerdi bana. Sonraki günlerde çağırdığı zaman Fatoş'un yardımına koştum. Baba rolü oynadım. Bu zaman süresince sataşma olmadı. Ermeni ve rum çocuklar, dilleri damaklarına yapışmış vaziyette geçip gittiler.

--------------------------------------------------------------------------

DÜŞMANIM ÇOK ŞU ANDA
İki yaşındaki Mustafa abisi Ahmet ile Selanik'in toprak sokağında gidiyordu. Şu temmuz sıcağında deniz kıyısı en iyi yerdi. Ege denizi, adaları çok olan prima bir yerdi. Görkemli bir dev, adadan adaya ayak basar, ayağını suya değdirmeden Girit'e ulaşırdı.
Ortaçağ kalığı zihniyete bel bağlamadan, özgün fikir üreten Selanik'in yıldız çocukları, atılım içindeydi. Aralarında tartışma oluyordu. Bugünkü konuşmaların odak noktası: Dünya dursa ne olurdu? Birkaç saattir süren fikir ayrılıkları neredeyse kavgaya dönüşecekti ki, Ahmet ile kardeşi Mustafa ufukta göründü. Çocuklar, bunlar Ahmet ve Mustafa. Olayı onlara anlatalım, onlar ne derse kabullenelim, düşüncesinde birleştiler.
Dünya dursa ne olur sorusuna Ahmet: Dünyadaki yaşam son bulur, dedi. Bak biz de öyle dedik, siz karşı çıktınız, diyenler sesini yükseltince tartışma giderek alevlendi. Bunun üzerine Ahmet, iki elini havaya kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra herkes sustu. Ali şöyle dedi, Veli böyle dedi, demeyi bırakalım ve Mustafa'ya kulak verelim. Mustafa ne derse o olsun,  tamam mı, deyince herkes tamam dedi.
Ahmet: Mustafa dünya dursa ne olur? diye sordu.
Mustafa: Dünya durmaz, döner, dedi ve bütün ağızlar açık kaldı.

---------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU - ÇİĞDEM TOPLADIK
Bir kış günü sabahı saat 8 sularında Zübeyde Hanım uyanmıştı. Sağa-sola bakındı. Ali Rıza Bey derin uykudaydı. Gümrük memuru olduğu için, geç yatmıştı çünkü ertesi gün tatildi. Öğleden önce kalkmazdı. Zübeyde Hanım çocukların odasına yöneldi. İki yaşındaki Mustafa yatağında uyuyordu. Abileri Ahmet ve Ömer yataklarında yoktu. Beyninden vurulmuşa döndü. Kim, neden yavrularını annesinden ayırırdı? Bu durum inanılmaz bir vurdumduymazlık değil miydi? Kim, ne isterdi bir çocuktan? Diğer odaya baktı. Bahçeye çıktı. Sarışın, mavi gözlüm dediği , canları Ahmet ile Ömer ellerinde birer toprak tencere olduğu halde geliyordu. Oğulları yanına gelince Zübeyde Hanım sordu: Sabahın körü yatağınızda yoksunuz. Bu tencereler de neyin nesi? Bunların içinde ne var?
Ahmet: Anne, gece çiğ yağdı, biz de çiğdem topladık. Hani saksıdaki güllerim, sümbüllerim soluyor dediydin ya, biz de bu durumun önüne geçmek istedik.
Zübeyde Hanım'ın izin vermesiyle oğulları saksılara çiğdem döktü. Aradan günler geçtikçe solmaya yüz tutan güller, sümbüller canlandı, çiçek açtı.

-----------------------------------------------------------------

GÜVERCİN YAVRULARI
Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım'ın oğulları Ahmet ile Ömer, Selanik'teki evlerinin bahçesinde geziniyordu. Bu bahçedeki ağaçlara nedense güvercinler daha çok konardı. İlkbaharın gelmesiyle birlikte güvercinler yumurtlar ve günler sonra yumurtadan yavrular çıkınca bunları besler, yavrular büyüdükten sonra yuvadan uçup giderdi. Ahmet ile Ömer bu durumu alkışlardı.
Yıl 1883. Ahmet 9, Ömer 8 yaşında. Bir ilkbahar sabahı. Ahmet sabah erkenden kuş cıvıltılarına uyandı. Kardeşi Ömer'i uyandırıp birlikte bahçeye çıktı. Günlerdir takip ettikleri güvercin yuvasındaki 4 yumurtadan 4 yavru güvercin dünyaya gelmişti. Anne ve baba güvercin yavrularına yiyecek bulmak için, uçup gitti. Aniden gökyüzünde bir kartal belirdi ve dönerek alçalarak yuvanın başına kondu. Bir kaç dakika sonra yuvada yavru kalmamıştı.
Ahmet ile Ömer bu durumu korku dolu gözlerle izledikten sonra eve kaçtı ve bahçe kapısını içeriden kilitledi. Tam doymayan kartal bahçe kapısına doğru hamle yaptı ve kapıya çarpıp yere düştü. Daha sonra uçup giden kartal bir daha oralarda görünmedi. 

------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU:  İYİ YÜREKLİ KIZ
Atatürk'ün ablası Fatma dört yaşındaydı. Bir bebeği vardı, onunla oynuyordu ama bu yetmiyordu. Canı çok sıkılıyordu.Mutfakta yemek pişiren annesinin yanına gitti. Anne, yanına geldim ama bana masal anlatmanı istemiyorum. Bana anlatacak bir hikayen var mı?
Annesi: Aman kızım, ne demek? Sen iste yeter ki benim masallar kadar anlatacak hikayelerim de pek çoktur. Bir adam varmış, insanları çok severmiş. Fakirlere yardım etmek istermiş ama cebinde parası yokmuş. Ah, bir param olsa da şu dünyada fakir kalmasa, diye düşünürmüş. Bu adam sonunda altmış dört yaşına girmiş. Ben en azından bir bu kadar daha yaşarım, dermiş.
Bir gün bu adam yol kenarından giderken, ilaç satan bir dükkanın önünden geçiyormuş. Orada çalışan tezgahtar on altı yaşlarında bir kızmış. Bu adama gülümsemiş ve selam vermiş. Adam da gülümsemiş ve kızın selamını almış. Aradan günler, aylar, yıllar geçmiş.

Bir gün bu adam dağda, bayırda gezerken bir sandık altın bulmuş. Sandığı sırtladığı gibi evine taşımış. Zaman içinde altınların bir kısmını harcamış. Kalanı son nefesini vermeden önce iyi yürekli kıza bağışlamış. İyi yürekli kız altınların kimden geldiğini anlayamamış ama yıllarla altınları harcamış. Köşklerde yaşamış.
Fatma: Anne, hikaye çok güzeldi, demiş. Mutfaktan çıkmış, odasına gitmiş. Acaba ben de günün birinde böyle bir sandık altın bulabilir miyim, diye düşüncelere dalmış.

--------------------------------------------------------------------------

ARKADAŞIM MUHAN   
Atatürk'ün abisi Ahmet 9 yaşındaydı. Selanik'te komşu kadınlar bir evde  toplanmıştı. Aralarında güncel olayları konuşuyor ve dedikodu yapıyordu. Evin oğlu Muhan, Ahmet ve bir arkadaşı ayrı odada akılları yettiğince devlet yönetimi üzerinde fikir üretiyor, yorum yapıyordu. Ahmet, bu gidişat kötüdür, sonuç karanlıktır. Mutlaka aydınlığa çıkılması gerekir, diye anlatırken, Muhan sözünü kesti: Senin aklın kesiyor da yöneticinin aklı kesmiyor mu? O kadar yardımcısı var. Bunlar boşa mı kürek çekiyor? dedi.
Ahmet: O ve onlar, bu durumu fark ediyordur ama önlemini almıyordur. Bu düzenin değişmesini istiyordur. Benim annem Türk ve ben yönetici olsam benim destekçim olurdu. Eğer annem fransız veya italyan olsa beni yanlış yönlendirirdi. Bilmem anlatabildim mi? dedi.

Ahmet sözlerini bitirdikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Diğer arkadaşı Muhan'a lavabonun nerede olduğunu sordu. İkisi birlikte odadan çıktı. Ahmet yalnız kalmıştı. Muhan'ın üstüne oturduğu minder Ahmet'in ve arkadaşının minderinden daha büyüktü. Ahmet minderini bırakıp Muhan'ın minderine oturmak istedi. Minderi kaldırdığında altında kağıt para olduğunu gördü. Anında minderin üstüne oturdu ve içini bir korku kapladı. Bu para kaybolursa ve sonradan sen aldın derlerse,  ne yapardı? Korku dolu gözlerle hayata bakarken, iki arkadaşı az sonra geldi. Ahmet'in ağzını bıçak açmadı ve onlar gündelik konulardan konuştu. Daha sonra annesi Zübeyde Hanım odanın kapısını açıp, haydi Ahmet, gidiyoruz, dedi. Arkadaşları odadan çıkınca son bir kez minderin altına baktı. Para orada duruyordu. Gönül rahatlığı içinde odadan çıktı ve annesiyle birlikte eve doğru yürüdü.

--------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: GERÇEK BİR HİKAYE
Atatürk'ün ağabeyi Ahmet masalları sevmezdi. Bire bin katılarak anlatılan ve çocukların hayal dünyalarını olumsuz yönde etkileyen masallardan hoşlanmazdı. Devler ve cüceler, dünyada bir zamanlar yaşamışlardı. Sen on metrelik bir devi bir buçuk metre boyundaki Keloğlan'a rakip olarak gösteremezdin. Annesi Zübeyde Hanım mutfaktayken, Ahmet geldi: Anne, gerçekten yaşanmış bir hikaye biliyorsan anlat yoksa konuşmasak da olur. Ben burada sessizce oturur ve senin yemek yapmanı ilgiyle izlerim, dedi.

Annesi: Aman oğlum, sen iste, ben sana istemediğin kadar gerçekten yaşanmış hikaye anlatırım. Şu yaşadığımız zaman diliminde bir Mehmet Bey varmış. Bu Mehmet Bey'in buğday, arpa tarlaları, üzüm bağları, portakal, elma, armut bahçeleri bulunuyormuş. Hanımının adı Asiye'ymiş. Uzun boyluymuş. Asiye Hanım'ın da tarlaları çokmuş. Bunların Emin, Zehra, Remziye ve Recep adında dört çocuğu varmış.  Emin zaptiye ( polis ) olmuş. Evlenmiş, çocukları olmuş. Zehra da evlenmiş. Damat bey Nurettin çok hayırlı biriymiş! Zehra'nın babası ve annesi ile sohbeti koyulaştırmış. Babam benim, canım annem ile başlayan afralı tafralı konuşmalarıyla Mehmet Bey ve Asiye Hanım'dan tapuları birer birer almış. Bunun üzerine Nurettin tarlaları, bahçeleri satmış ve lokantalarda, gazinolarda herkese yemek ve içki ısmarlamış. Lokantaların önüne masa, sandalye koydurmuş. Ali gel, Veli gel diyerek evine, işine gideni yolundan döndürmüş. Onları beslemiş.

Aradan günler, aylar geçmiş. Paralar suyunu çekmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım'ın elinde sadece bir buğday tarlası kalmış. Daha sonra bu damat İstanbul'a taşınmış. İki oğlu, bir kızı varmış. Ailesiyle birlikte uzun yıllar yaşamış. Sonradan hepsi aramızdan ayrılmış.
O son kalan buğday tarlasının ortasına ekilmediği bir yıl adamın biri bir ev yapmış. Tarla sahipliymiş. Mahkeme olmuş, kadıya gidilmiş. Adam, boş tarla, ne bileyim, sahipsiz sandım. Yeter ki evimi yıkmayın, demiş. Mahkeme uzamış, gitmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Nice kadılar, hakimler gelmiş, geçmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım bu dünyadan göçünce mirasçıları olan çocukları ve torunları mahkemeye çağrılır olmuş.
Ahmet: Anne, öyle bir hikaye anlattın ki benim dünyamı değiştirdin. Bambaşka bir Ahmet oldum. Şu an kendimi yüz yaşında hissediyorum. Yüz yıl daha yaşar mıyım, bilinmez. Sen böyle hikayeler aklına geldikçe bana anlat. Ben ilgimi senden esirgemem.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

39
Öyküler / Atatürk'ün İlkokul Anıları
27 Nisan , 2023, 13:37:22

ATATÜRK'ÜN İLKOKUL ANILARI:  MUSTAFA OKULA BAŞLIYOR     
Mustafa okula başlayacaktı. Babası Ali Rıza Bey oğlunun laik eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu'na gitmesini istiyordu. Annesi Zübeyde Hanım ise, mahalle mektebine gitmesini arzu ediyordu. Bu konu etrafında fikir çatışmaları sürüp gidiyordu:
Zübeyde Hanım: " Ne var yani Şemsi Efendi İlkokulu'nda? Ne öğrenecek orada? Hem orası uzak. Mahalle mektebi şuracıkta. Oraya gitsin istiyorum. "
Ali Rıza Bey: " Hanım, okulun yakınlığı, uzaklığı önemli değil. Önemli olan, eğitimin iyi olması. Öğretmenlerin iyi eğitim vermesi. "
Zübeyde Hanım: " Tamam işte. Mahalle mektebindeki hoca çok iyi eğitimciymiş. Mahalle mektebinde okuyanlar hep iyi eğitim almışlardır. Ben de mahalle mektebinden mezun oldum, orada okudum. Bilgide kimden aşağı kaldım, söyler misin bey? "
Ali Rıza Bey: " Kimseden aşağı kalmadın, Zübeyde. Ben her zaman senin bilgili olmanla övünmüşümdür ama Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'na gidecek. "
Ali Rıza Bey yine de, Zübeyde Hanım'ın hatırını kırmamak için, oğlu Mustafa'yı birkaç günlüğüne mahalle mektebine gönderdi.
Daha sonra bir bahaneyle Mustafa'yı mahalle mektebinden alarak Şemsi Efendi İlkokulu'na yazdırdı. Bu durum Mustafa'nın da hoşuna gitmişti, çünkü mahalle mektebinin dersleri O'na ağır gelmişti. Ağır gelmesi derslerin zorluğundan değil, konuların ağır yani yavaş işlemesindendi. Mustafa, hocanın birinci derste anlattığı konuyu kavrıyor, ikinci derste yeni bir konuya geçmesini bekliyordu ama hoca sadece birinci derste değil, bütün bir gün aynı konuyu anlatıyordu. Bu durum Mustafa gibi yaşı küçük aklı büyük, yaşına göre, dünyada eşine ender rastlanacak üstün zekâlı bir çocuk için, sıkıcı bir durumdu. Kimse benden koşmam gereken bir durumda yürümemi beklemesin, diyordu.
Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'nda kısa zamanda tanındı ve sevildi. Sınıf öğretmeni Mustafa diyordu da başka bir şey demiyordu. Öğretmenler odasında devamlı olarak bu başarılı öğrencisini anlatıyor, O'nu övüyordu:  " Arkadaşlar, az önceki matematik dersinde sınıfa çok zor bir problem sordum. Kimse duymasın, soruyu üçüncü sınıfların ders kitabından almıştım. Sınıfta kimsenin problemi çözemeyeceğinden emindim. Problemi önce yüksek sesle okudum, daha sonra tahtaya yazdım. Öğrencilerin çoğu soruyu okumakla meşguldü. Oysa çalışkan öğrenciler defterlerine çözüm işine girişmişlerdi. Problemi doğru çözdüğünü söyleyen altı öğrenciden beşinin bulduğu sonuç yanlıştı. Sadece Mustafa doğru sonuca ulaşmıştı. Siz olsanız böyle bir öğrencinizi alnından öpmez misiniz? Gelecekte Türk Milleti bu çocuktan çok şey bekleyecektir. "

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

---------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN İLKOKUL ANISI: ALTIN SAÇLI, DENİZ GÖZLÜ ÇOCUK
Mustafa, Şemsi Efendi Okulu son sınıfa giderken, bir gün sınıf öğretmeni, bugün okula bir müfettişin geleceğini, ona karşı saygılı olmalarını, soracağı sorulara doğru cevap vermelerini söyledi. Eğer bilmiyorlarsa kesinlikle parmak kaldırmamalarını ihtar etti. İlk dersten sonraki teneffüste öğrenciler arasında konuşulan tek konu müfettişin sınıfta ne gibi bir soru sorabileceğiydi. Müfettişin sorduğu bir sorunun bile bilinememesi, kötü bir intiba bırakırdı. Bu durumda Mustafa, çalışkan öğrenciler arasında ön plana çıkıyor ve arkadaşlarına müfettişin sorduğu en zor soruyu bile doğru cevaplandıracağı sözünü veriyordu.

İkinci ders, ikinci teneffüs derken, üçüncü dersin ortalarına doğru kapı çalındı ve müfettiş sınıfa girdi. Müfettiş, öğretmenle bir süre konuştuktan sonra sınıfa dönerek ilk soruyu sordu: Osmanlı Devleti, Avrupa'yı fethetmek istedi ama neden başarılı olamadı?  Belki bu soru öğrenciler için, biraz ağır bir soruydu ama ağırlıkların kaldırılıp kaldırılamayacağı yani sorunun cevaplandırılıp cevaplandırılamayacağı da böyle bir soru sorulmadan bilinemezdi. Bu soru için, sınıfın en çalışkan dört öğrencisi parmak kaldırdı. Bunların arasında Mustafa da vardı. Aslında müfettiş sınıfa girip öğretmenle konuşurken, orta sıralarda oturan sarı saçlı, mavi gözlü ve o mavi gözlerinden zeka fışkıran öğrenciyi hemen fark etmişti. Müfettiş, nedense bu sarışın öğrenciye parmak kaldırmasına rağmen, söz hakkı vermemiş, parmak kaldıran başka bir öğrenciden sorduğu sorunun cevabını istemişti. O öğrenci de, müfettişin beklediği bir şablon içinde soruyu cevaplamıştı.

İkinci soru, ilk sorudan çok daha zor olmalıydı. Bir devlet çıksa, diyelim ki, bu Osmanlı Devleti olsun, dünyaya hakim olsa, bu durum ebediyete kadar devam eder mi? Mustafa olaya bu paralelde dik bir çizgi çekmek ihtiyacını hissetmişti. Birbirine paralel giden iki doğru bu dik çizgiyle kesişmeliydi. Mustafa'nın parmak kaldırıp söz isteyerek soruya verdiği cevap şu oldu:  " Hayır, etmez. Bırak ebediyeti elli yıl bile devam etmez. Her ne için olursa olsun, başka milletleri boyunduruk altına almak, onları köle durumuna düşürmenin adı emperyalizmdir. Her millet kendi sınırları içinde özgür ve bağımsız yaşamalıdır. Yaşasın özgürlük, yaşasın bağımsızlık!.."
Mustafa'nın büyük bir coşku içinde söylediği bu sözler üzerine müfettiş, bir süre öğretmenle konuştuktan sonra, Mustafa'nın yanına giderek, O'nu alnından öptü:  " Yaşa Mustafa! Türk Milleti, senin gibi son derece bilgili, kültürlü ve düşüncesini korkmadan söyleyebilen, çağdaş yeni nesil gençlere emanet edilecektir. Sen Türk Milli Eğitimi'nin gururusun. "

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994
--------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN İLKOKUL ANISI: PİYADECİLİK OYUNU
Günlerden bir gün komşumuz Binbaşı Kadri Bey'in oğlu Ahmet izinli gelmişti. Temiz üniforması, anlamlı bakışlarıyla hayranlık duyulacak bir askeri ortaokul öğrencisiydi. Bir an kendimi o üniformanın içinde hissettim.   O birkaç gün içinde komşular Ahmet'i görmeye gitti. Biz de annem Zübeyde Hanım ve kız kardeşlerim Makbule ve Naciye ile birlikte Ahmetlerin evine gittik. Ahmet askeri üniformasıyla evin salonunda, misafirlerin yanında sol eli cebinde biçimlice yürüyordu. Asalet ve saadetin ulaştığı en yüksek nokta buydu.
Daha sonra bir gün Ahmet, beni ve komşu çocuklarını bir araya topladı ve şöyle dedi:" Gelin bakalım arkadaşlar, şimdi sizlerle piyadecilik oyunu oynayacağız. Şu gördüğünüz tepeyi, Türk çocukları savunacak. Rum çocukları ise, ben başla dediğimde tepeye çıkarak onları aşağı çekmeye çalışacak. Oyunun sonunda, hangi grup tepeyi ele geçirirse o grup kazanmış sayılacak. "
Komşumuzun oğlu Ahmet'in başla demesiyle Rum çocukları ileri atıldılar ve tepeye tırmanmaya başladılar. Takımlar beşer kişiydiler ve ilk tepeye tırmanan Rum çocuğu bir arkadaşımı kolundan tutup aşağı çekti. Rum çocukları çok hırslıydı ve paçasından yakalanan bir arkadaşım daha aşağı çekildi. Aşağı çekilen iki arkadaşımın yukarı çıkma şansı yüzde bir bile değildi. Şimdi tepeyi savunan üç Türk çocuğu kalmıştık. Beş Rum çocuğu tepenin üstüne çıktı ve etrafımızı sardı. Yeniliyorduk.
Bir Türk çocuğu, beş Rum çocuğuna bedeldir, dedim. Onlar bana değil, ben onlara saldırdım. Tepeyi Rum çocuklarına bırakmamaya kararlıydım. Benim kazanma isteğimi gören arkadaşlar da ileri atıldılar. Sonunda tepenin üstünde iki Türk çocuğuyla yalnız kalmıştım. Rum çocuklar, yenilgiyi kabul etmişler ve üstleri toz toprak içinde aşağıdan bakıyorlardı. Biz kazanmıştık.
Mustafa daha sonra gizlice sınava girdi ve Selanik Askeri Rüşdiye'sine kaydını yaptırdı. Mustafa özellikle sınavın yetenek bölümündeki piyadecilik oyununda demir gibi bileği, çelik gibi yüreğiyle komutanların dikkatini çekti.
Kuvvet, kudret, hareket, kabiliyet hepsi Mustafa'da vardı. Gelmedi, dedi komutanlar, bu askeri rüşdiyeye böyle bir öğrenci daha gelmedi. Gelemez, dedi bir başka komutan, dünya durdukça hiçbir askeri rüşdiyeye böylesine bir öğrenci gelemez.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994
-----------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ARKADAŞIM HALİT
Babam Ali Rıza Efendi kereste tüccarlığı yaptığı için, Selanik dışında çalışıyormuş. O zamanlar anneme Üftade adında siyahi bir kadını yardımcı olarak tutmuş. Daha sonra ben dünyaya gelmişim. İki ay sonra Üftade'nin bir yeğeni doğmuş. Adını Halit koymuşlar. Yaşımız gelince bizi Mahalle Mektebi'ne yazdırdılar ama ben bir süre sonra oradan ayrılıp Şemsi Efendi Okulu'na geçiş yaptım. ( O zamanın ilkokulu ) Halit ise, Mahalle Mektebi'ne devam etti.
Böylece aradan birkaç yıl geçti. Bir gün Halit yanıma gelerek, efendi ve köle kelimelerinin anlamını sordu. Ben, insanların köle olarak kullanılamayacağını ve her insanın bir başkasının değil, sadece kendisinin efendisi olabileceğini söyledim.
Bunun üzerine Halit, sen gel bunları arkadaşlara anlat. Tenim siyah olduğu için, kendilerinin efendi, benim ise, köle olduğumu söylüyorlar, dedi.
Hangi arkadaşların Halit, sınıf arkadaşların mı? diye sordum.
Evet, sınıf arkadaşlarım, dedi.
Bak Halit, dedim, yarın bizim öğretmen izinli, okula gitmeyeceğim. Sınıfınıza gelir arkadaşlarınla konuşurum. Olur mu?
Halit, olur, dedi.
Ertesi gün Mahalle Mektebi'ne gittiğimde Halit'in ikinci dersten sonra ortadan kaybolduğunu öğrendim. Çok aradık Halit'i bulamadık. Ancak akşamüstü eve geldi. Anlattığına göre, köle olmasını ve her dediklerini yapmasını isteyen arkadaşlarından kurtulmak için, mektepten kaçmış ve Selanik dışına çıkmış. Daha sonra benim dediklerimi hatırlamış ve kendisinin efendisi olduğu için, geri gelmiş.
Halit'e arkadaşlarıyla konuştuğumu ve efendi, köle gibisinden iki kelimeyi bir daha kullanmayacakları sözünü aldığımı söyledim.   Halit bir daha Mahalle Mektebi'ne gitmedi. Annesi onu Şemsi Efendi'nin laik okuluna yazdırdı. Halit bizim sınıfa geldi. Fikirler ve düşünceler hür, kelepçe yok. Herkes kendi fikrinin efendisi, köle yok.
Aradan günler geçtikçe Halit bir açıldı. Durgun, düşünceli Halit gitti, neşeli, hareketli Halit geldi. Derslerine çok çalıştı. Mahalle Mektebi'ne giderken sınıfın en tembeli Halit, Şemsi Efendi Okulu'nda sınıfın çalışkanları arasına girmeyi başardı.

Benim Adım Atatürk - Puslu Yayıncılık - Sayfa 17-18

----------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ELBİSE KAVGASI
Çocukluğumda yaşadığım anılardan biri de Makbule ile Naciye arasındaki elbise kavgasıdır. Komşu kızın üstünde yeni elbiseyi gören Makbule ile Naciye, anneme, biz de yeni elbise isteriz, dediler.
Annem:  " Tabi olur, benim güzel çocuklarım. Ölçünüzü alır, size yeni birer elbise dikerim. Şunun şurasında bayrama ne kaldı? Bayram günü de yeni elbiselerinizle gezersiniz. "
Birkaç günde elbiseler hazırdı. Makbule ile Naciye yeni elbiseleriyle kıvanarak gezdiler. Bir hafta sonra kız kardeşlerim eski elbiselerine dönüş yaptılar. Annem de yeni elbiseleri yıkayıp, ütüledi ve elbise dolabına astı.
Aradan zaman geçti ve arefe gününden bir gün önce evde bir gürültüdür koptu. Naciye bayramlık elbisesini giymek istemiş, üstüne olmamış, dar gelmiş ve bir yaş büyük ablası Makbule'nin elbisesini giymiş. Bunun gören Makbule Naciye'den elbisesini çıkarmasını isteyip sesini yükseltmiş.
Araya giren annem Naciye'ye neden ablasının elbisesini giydiğini sordu. Bunun üzerine Naciye:  " Ama anne, benim elbisem üstüme olmadı, çok dar geldi. Bir de ablamın elbisesini deneyeyim dedim. Tam geldi. Bayramda ben bunu giyeyim ha, ne dersin? "  Annem daha sonra elbiseyi Makbule'ye giydirmeye çalıştı ama dar geldi.
Annem:  " Tabi dar gelir. Siz büyüme çağındasınız. İki ay önce diktiğim elbisenin şimdi dar geleceğini düşünemedim. O zaman bayramda Naciye bu elbiseyi giyer, ben Makbule'ye iki gün içinde yeni elbise dikerim. "
Annem aynen öyle yaptı. İki günde elbiseyi dikti ve Makbule bayramda bu elbiseyi giydi. Beni sorarsanız annemden rica etmiştim ve beni kırmadı. Bana bayramlık alınmadı. Babamın yokluğunda zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Annemi zor durumda bırakmak istemedim.

Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 21-22
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 16-17

------------------------------------------------------------
                         
BALIKLARI SUYA ATTIM
Bir gün Makbule ile Naciye'yi yanıma alarak çiftliğin yakınındaki gölette balık tutmaya gittim. Ben oltayla balık yakaladıkça Naciye ağladı, yalvardı, balıkları suya atmamı istedi. Naciye ağlamasın diye, balıkları suya attım ve erkenden çiftliğe döndük. Zaten hastaydı, hastalığının ilerlemesinden korkuyordum. Çiftlikte elimdeki kovanın boş olduğunu gören dayım bana şöyle dedi:
" Vay Mustafa , bakıyorum göletteki bütün balıkları yakalamışsın. Bu kadar balık bize çok, yarısını köye verelim. Hani balıklar, oltana yakalanmak için, atılırlardı. Hani avladığın balıkları şanslı sayardın. Giderken bir kova daha istiyordun. Sen önce bu kovayı doldur da sonra ikinci kovayı iste. "
Dayım konuşmasına devam edecekti fakat Makbule araya girdi:
" Mustafa abim, yakaladığı balıkları suya atmasaydı iki kova dolardı. "
Bunun üzerine dayım: " Nee, abin yakaladığı balıkları suya mı attı? Ama neden? " diye sordu.
Makbule bu soruya şöyle cevap verdi: " Çünkü Naciye balıklara acıdı ve her balık yakalandıktan sonra ağladı. "
Naciye: " Ben ağladım diye abim bir dolu balığı suya attı. " dedi.
Dayım: " Affet beni Mustafa.. Durup dururken haksız yere sana laf söyledim. Senin boşa konuşmayacağını anlamalıydım. Yarın ikimiz gideriz balık tutmaya. Yanımıza dört kova alırız. " dedi.
Dayım konuşmasını bitirince bir an Naciye ile göz göze geldik. Kardeşim yalvaran bakışlarla bana bakıyordu. 
Ertesi gün sabah kahvaltısından sonra dayım çiftlikte beni çok aradı. Bulamazdı tabi ki çünkü samanlığa saklanmıştım. Dayım, Mustafa, Mustafa, neredesin? diye bağırdıkça yanımdaki Makbule ile Naciye kıkır kıkır güldüler.

Benim Adım Atatürk -  Puslu Yayıncılık - Sayfa: 21-23
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 21-22

-------------------------------------------------------------

KARANLIKTAN KORKMAM
On beş yaşlarındaydım. Manastır Askeri İdadisi'ne gidiyordum. (O zamanın lisesi) Yaz tatilinde dayımın çiftliğine gitmiştik. Komşunun oğlu Enver'le çok iyi arkadaştık. Ara sıra birlikte gezerdik. Bir gün Enver, bizim bağa gidip üzüm yiyelim, dedi. Ben de olur dedim. Annelerimizden izin alıp yola çıktık. Sağda solda fazla eğlendiğimiz için, karanlığa kaldık.
Enver: "İstersen dönelim. Sen şehir çocuğu olduğun için, karanlıktan korkarsın. Böyle durumlara alışık değilsin" dedi.
Ben karanlıktan korkmadığımı söyledim. Yola devam edelim dedim. Tarla kenarı, patika yol, ağaçlık alan derken, karanlık iyice çöktü. Yanımdaki Enver'i zor seçer oldum. Bir saat önce dağların kartalıyım diyen Enver, gel Mustafa dönelim, az kalmıştı ya, yarın gündüz geliriz, demeye başladı. Neyse ki sonunda bağa vardık ve birer salkım üzüm kopardık. Üzüm yiyerek çiftliğe döndük.

Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 47
Dahilerin Efendisi - Kitapita Yayıncılık - Sayfa: 16 - Mayıs 2021


İLK ANDA CANIM SIKILMIŞTI             
Bakla tarlasında yalnız başıma bekçilik yaptığım günlerden birinde öğle vakti kulübenin önündeki çardak altında uyuya kalmışım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, annemin sesine uyandım.
Annem: " Dayısı şuna bak, Mustafa uyuya kalmış. Makbule dün pınardan soğuk su içince hastalandı ya, Mustafa bütün gece başında bekledi. Ondan uykusunu alamadı. Neyse ki Makbule'ye ballı ıhlamur içirdim de iyileşti " dedi.
Dayım: " Bırak canım uyusun. Benim en sevdiğim şeydir burada uyumak. Bu öğle sıcağında karga falan uğramaz. Bir yatsam iki saatten önce top atsan uyanmam " dedi.
Bu konuşmaları duyunca ayağa fırladım. Uykuda yakalandım diye ilk anda canım sıkılmıştı ama Makbule'nin iyileştiğini duyunca rahatladım.

Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK - Doğan Egmont - Sayfa: 18


NACİYE KAYBOLDU
Dayımın bakla tarlasına Makbule ile giderdik. Bir gün Naciye de bizimle gelmek istedi. İlk defa benden bir şey istediği için olmaz diyemedim. Annemden izin çıkınca o gün üç kardeş tarlaya gittik. Naciye eline bir sopa aldı ve kargaların ardından koşturdu durdu. Bir ara Makbule ile uzun süren bir konuşmamız oldu.
Tarlanın ortasındaki kulübenin önüne oturduk ve yemeğe başlayacaktık ki, Naciye'nin yanımızda olmadığını fark ettik. Sağa baktık, sola baktık, Naciye neredesin diye bağırdık, Naciye yok. Neden sonra Naciye çıkageldi. Meğer karga peşinde koşarken çok yorulan Naciye kulübeye girmiş ve döşeğe yatıp uyumuş. Naciye'nin ortaya çıkmasıyla birlikte rahatladık ve yemeklerimizi yedik.


BAHÇEDEKİ KUYU
Ben yedi yaşındayken, babamı kısa süren bir hastalığın ardından kaybettik. O tarihlerde kadınlar bir işte çalışamadıkları için maddi sıkıntı içine düşmüştük. Onun için evimizin yanında bulunan küçük bir eve taşındık. Ertesi gün yeni evin bahçesine teftişe çıktım. Otların arasından yürüdüm. Sağda solda dut, erik, armut ağaçları vardı. Armut ağacının ilerisinde bir kuyu olduğunu gördüm. Kuyunun yanına sokulduğumda hayretler içerisinde kaldım. Yer seviyesinde olan kuyunun üstü açıktı. Annemi durumdan haberdar ettim. Annem komşumuz Ali Usta'yı çağırdı. Ali Usta kuyunun üstüne tahtadan bir kapak yaptı. Kilidi taktı. Anahtarı anneme verdi. Böylece kötü bir olay yaşanmadan kuyunun üstü kapatılmış oldu.


BENİ KOMUTAN SEÇERLERDİ
Yeni evimiz küçüktü ama bahçesi büyüktü. Bu bahçede komşu çocuklarıyla askercilik oynardık. Askercilik oynarken, beni komutan seçerlerdi. Ben de karşımda hazır ola geçmiş arkadaşlara çeşitli görevler verirdim. Onlar da, emredersin komutanım deyip koşarak uzaklaşırlardı. Üç beş dakika sonra geri gelerek görevi tamamladıklarını söylerlerdi. Daha sonra onları sıraya sokar, uygun adım yürütürdüm.
Bir gün bize tahtadan tüfekler hazırlayan marangoz Celal Amca oyunumuzu seyretmiş ve anneme:  " Zübeyde Hanım, Mustafa'yı askeri okula göndermelisiniz. Kendisi iyi bir komutan adayıdır. " demiş.

-----------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ARKADAŞIM  YUSUF  KEMAL
Langaza'daki dayımın çiftliğinde her gün bir başka olayla karşılaşır ve değişik arkadaşlarla tanışırdım. Yarıcıların çocukları çiftliğe gelirdi. Onlara karpuz dilimleyip, ikram ederdim. Aralarında orta yere çıkıp güreşenler olurdu. Bu güreşlerde ben pek çok defa hakemlik yaptım. Bir defasında güreşen bir çocuğun babası yanıma sokuldu ve şu benim oğlanı galip getir, al bu parayı harca, dedi. Ben, kusura bakma dayı, senin paran bende geçmez, deyince adam yanımdan uzaklaştı.
Sonraki günlerde çiftliğe Yusuf Kemal adında bir çocuk geldi. Ben yaşta, ben boyda ve sarışındı. Yusuf Kemal'le arkadaşlığı bir ilerlettik. Bir defasında hiç unutmam bir güreşi idare ederken, düdüğü ona vermiş ve hakemlik yapmasını istemiştim. Pek güzel hakemlik yapmış ve güreşi iyi sonlandırmıştı.
Bir konuşmamızda, senin adın Yusuf ama Kemal'i var. Benim adım Mustafa, Kemal'i niye yok, demiştim. Bunun üzerine Yusuf Kemal, üzüldüğün şeye bak. Sana Mustafa Kemal diyelim, olsun bitsin, demişti. Sonra aradan aylar geçti. Selanik Askeri Rüşdiyesi'nde ( Ortaokul ) okurken,  bir arkadaşa Yusuf Kemal'den bahsetmiş ve Yusuf'un üç veya dört defa bana Mustafa Kemal diye hitap ettiğini nakletmiştim. Bu durum matematik öğretmenimiz Yüzbaşı Mustafa Efendi'nin kulağına gitmiş. Matematiğe büyük ilgim nedeniyle, matematik öğretmenimiz, "Oğlum, senin de adın Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun" diyerek bana Kemal adını verdi.  
   
-----------------------------------------------------------------
                                                     
SELANİK ŞAMPİYONU
Mustafa, Şemsi Efendi Okulu 4. sınıfa giderken beden eğitimi dersinde öğretmeni sınıfa koşu yarışması yaptırdı. Okul etrafında iki tur atılacak ve birinci olan okul çapında yapılacak koşuda sınıfını temsil edecekti. İlk turu önde geçen Mustafa ikinci turun ortalarında bitiş çizgisine doğru güçlü adımlarla koşarken, biraz ileride uçamayan bir yavru kuşun peşinden koşan siyah, kocaman bir kediyi fark etti.   Mustafa yön değiştirip hızla koşarak yavru kuşu kedinin pençesinden kurtardı. Yavru kuşu severek ve yürüyerek yarışı en sonda tamamlamasına karşın, olayı öğrenen öğretmeninden yavru kuşu kurtardığı için aferin alan Mustafa, yarışı birinci bitiren arkadaşının: " Hayır, ben birinci değilim. Yarışın birincisi Mustafa'dır. O benden daha hızlı, sınıfımızı benden daha iyi temsil eder " demesi üzerine öğretmeni tarafından birinci gelmiş sayıldı. On beş gün sonra yapılan koşuda okul şampiyonu olan Mustafa, derslerindeki başarıyı koşuda da gösterecek ve Selanik Şampiyonu olarak bir kupa alacaktı.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994
Akıllı Türkçe Atölyesi - 1. Sınıf - Sayfa: 46

--------------------------------------------------------------

DÜNYA ASKERİ LİSELER ŞAMPİYONU
Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Okulu 4. sınıfa giderken koşuda Selanik Şampiyonu olmuştu. Selanik Askeri Rüştiyesi ve Manastır Askeri İdadisi'ne giderken koşuyu bırakmadı. Arkadaşlarıyla her gün antrenman yapardı. Özellikle Manastır Askeri İdadisi'nde ( şimdiki askeri lise) 1 mil ( 1.609 metre ) koşusunda okulun yıldızıydı. Yarış başlar başlamaz öne geçer ve yarışı önde götürürdü. 1 mil koşusunda geçildiği görülmemişti. Askeri liseler arasındaki koşu yarışında Mustafa Kemal ülke şampiyonu olmuştu. Aynı yıl Manastır'da düzenlenen dünya askeri liseler şampiyonasında 1 milde birinci olarak dünya şampiyonu olmuş ve altın madalya kazanmıştı.

----------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI - KUYU
Langaza'da dayımın çiftliğinde kalırken komşu çiftliğin yakınından geçerdim. Bir gün çiftlikten sesler geldi. Koştum. Kuyunun başında üç çocuk kız kardeşlerinin kuyuya düştüğünü söylüyor ve yardım istiyorlardı. Oralarda kalın bir ip  buldum. İpi ağaca bağlayıp kuyuya indim. Tahminen altı yaşlarında bir kız beline kadar su içinde duruyordu. İpi kızın beline bağladım ve ağabeylerine yukarı çekmesi için, seslendim. Ağabeyleri kızı yukarı çektiler. Daha sonra ipi aşağı sarkıttılar. İpi belime bağladım, ellerimle tuttum  ve beni çekiniz,  diye bağırdım. Çeken olmayınca ipten tırmanarak kendi çabamla yukarı çıktım. Kimseler yoktu. Demek ki  kardeşlerini kurtarınca ağabeyleri beni kurtarmaya lüzum görmemişti.

ALMAN KOMŞUMUZ
Arabanın icat edildiği yıllardı. Selanik'te zengin bir Alman komşumuz vardı. O komşumuz bir araba almıştı. Yollarda arabayla giderken, görenler şaşırmıştı. Bu araba atsız, öküzsüz nasıl gidiyor diye. Komşumuz bir akşam evine dönerken, farları yakmış. Araba gürültülü çalıştığı için, canavar geliyor diyerek  insanlar kaçışmış. Hatırladığım kadarıyla bir gün aşırı hız yaptığı için, polis ceza kesmiş. Komşumuz o sıra 20 km. hızla gidiyormuş.

AKREP OLAYI                   
Makbule dört- beş yaşlarındaydı. Bir gün çiftliğin duvarında akrep görmüş ve çok korkmuş. Mustafa abi, koş, duvarda aprek var, diye bağırıyordu. Ben koşarak Makbule'nin yanına vardım. Parmağıyla işaret ettiği yerde bir akrep duruyordu. Yerden  taş alarak akrebi ezdim. Makbule'nin elinden tutarak annemin yanına götürdüm. Annem, ne olduğunu sordu. Ben de olanları anlattım. Annem çok korktuğu için, Makbule'ye su içirdi. Daha sonra yatağına yatan Makbule derin bir uykuya daldı.

KOYUN SÜRÜSÜ
Kız kardeşim Naciye çok konuşkandı ve hatırı sayılır derecede önemli olaylardan bahsederdi. Bir gün öyle bir hikaye anlatmıştı ve ben hayretler içinde kalmıştım. Çobanın biri, dağda koyun otlatıyormuş. Koyunlar  çokmuş, sürüde en azından beş yüz koyun varmış ve bir ucu ilerideki uçurumun kenarına kadar varıyormuş. Derken, bir koyun uçurumdan aşağı atlamış. Bunu gören diğer koyunlar  uçurumdan aşağı  atlamaya başlamış. Bereket  çoban durumu fark etmiş ve sürünün yarısını kurtarmış. Bıraksa koyunların hepsi uçurumdan atlayacakmış.

YARALI GÜVERCİN
Bir gün evimizin bahçesinde kanadı kırık, yaralı bir güvercin buldum. Eve götürdüm. Anneme ve kardeşlerime gösterdim. Güvercini veterinere götürdük. Kanadını sardı, iyileşir, dedi. Üç gün güzelce besledim. Dördüncü günün sabahında kafeste cansız yatarken buldum. Çok üzüldüm. Gözyaşları içinde güvercini bahçenin bir köşesine gömdüm. Seni hiç unutmayacağım, güvercin, dedim. Aradan yıllar geçti ama ben o güvercini unutmadım.

-----------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN DEPREM ANISI
Yıl 1896. 15 yaşındaydım. Manastır Askeri İdadisi 1. sınıfa gidiyordum. Okulumuz iki katlıydı ve bizim sınıf üst kattaydı. Fizik dersindeydik. Birden sarsıntı oldu. Arkadaşlardan bazıları, hocam, deprem oluyor, dedi. Fizik öğretmenimiz tavanda sallanan lambaya baktı ve sakin olun çocuklar, dedi. Geri geri gitmeye başladı. Kapının yanına gelince hızla kapıyı açıp dışarı kaçtı. Birkaç saniye içinde sınıfta yalnız kaldım. Sağıma, soluma bakındım,  kimse yoktu. Bir süre bekledim. Sonra ayağa kalktım ve pencereye doğru yöneldim. Dışarı baktığımda hayretler içinde kaldım: Okulumuzun mevcudu iki bin kişiydi ve bahçe öğretmen ve öğrenci doluydu. Yere çömelmişler ve öylece bekliyorlardı. Neden korktular hala anlayabilmiş değilim.
Sınıfımdan çıktım, bazı sınıflara baktım, kimse yoktu. Alt kata indim,  sınıflar boştu. Ön kapıdan bahçeye çıkarsam öğretmenler bu davranışımdan hoşlanmazlar diye düşünerek, arka kapıdan bahçeye çıktım. Beni ayakta gören bir öğretmen, otur Mustafa, otur, dedi. Ben de yere çömeldim. Daha sonra aradan zaman geçti ve öğrenciler, öğretmenler nezaretinde sınıflarına gitti.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

------------------------------------------------------------------------

Bırak depremi,  Anafartalarda, Conk Bayırı'nda ingiliz gemilerinden atılan insan büyüklüğündeki gülleler yakınında patladığında Mustafa Kemal kaçıp gitmediyse bunu 15 yaşındaki cesaretine borçludur. Sadece cesur insanlar kahraman olur. Mustafa Kemal Çanakkale'de 34 yaşındaydı ve 15 yaşından iki kat daha fazla cesurdu. Bu cesur yüreği toprak altına almak için, bilek gerekti, yürek gerekti.  Korkaklar, kolay teslim olur ve boyun eğerdi. Mustafa Kemal boyun eğmedi ve galip geldi. Daha pek çok savaş kazandı ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Tarihe ismini altın harflerle yazdırdı.

Serdar Yıldırım

40

MAVİ ATEŞ
Deniz altında kalmış dağ patlar
Bunun sonunda volkanik ada oluşur
Baskı altında kalmış Türk patlar
Bunun sonunda Türkiye Cumhuriyeti oluşur.
*                *                *                 *
Evren milyarlarca yıl önce
Büyük patlama sonucu oluşur
Galaksiler meydana gelir
Galaksiler, yüz milyonlarca yıldız içerir.
*                *                *                 *
Bunlardan sadece birisi
Samanyolu Galaksisi
Benim de içinde yaşadığım
Güneş sistemini barındırır.
*                *                *                 *
Bizim güneş sistemimizde
Dokuz gezegen vardır
Bu gezegenlerden biri de
Sevgili dünyamızdır.
*                *                *                 *
Dünyada yaşayan insanlar
Kendiliklerinden bir şeyler icat ettiler
İnsanların fikir ve düşüncelerine
Birtakım kısıtlamalar, baskılar koydular.
*                *                *                 *
Adına öğreti dediler
Yaşantı dediler
Halkları birbirine
Düşman ettiler.
*                *                *                 *
Kim neye inanırsa inansın
Benim gibi düşüneceksin diyemezsin
Belki yanlışta olan sensin
Değişik düşüneni anlamaya çalışmalısın.

*                *                *                 *
İnsanı insan yapan özellik
Canlıların yaşamına saygı duymaktır
Canlılara sevecen davranıp
İnsan olduğunu unutmamaktır.
*                *                *                 *
Büyük bir ordu hazırlamakla
Ülkelerin sınırını geçmekle
O ülkeyi fethetmeye çalışmakla
Sorunları çözemezsin.
*                *                *                 *
Bak Mustafa Kemal Atatürk
Vatan savunması hariç
Savaş bir cinayettir, demiş
Savaşmayalım artık.
*                *                *                 *
Atatürk demişse doğrudur
İnsanlar savaştan kaçınmalı
Dünya durdukça
Barış içinde yaşamalı.

SON

41

DEVRİM ATEŞİ VE ATATÜRKÇÜLÜK
Dünya Halkları' nın kardeşliği için,
Çalışan devrimciler,
İnsanlığın geleceğine ışık tutan,
Kültür yolunu aydınlatan,
Baskıdan, zorbalıktan uzak,
İnsan yaşantısına karışılmaz,
Bilinci üstüne kurulan,
Atatürkçü fikir ve düşünce sistemi.
*                *                *                *
Bir arkadaşımla akşamdan başlayan,
Sabaha kadar süren konuşmalarda,
İlk zamanlar beni sessizce dinleyen,
Ayakkabı tamircisi arkadaşımın,
Gecenin bir vakti aniden beliriveren
Çakmak çakmak bakışları:
Yediğime, içtiğime kimse karışamaz.
Bu konuda teklif bile sunulamaz,
Dediğini unutamadım.
*                *                *                *
Kırtasiye dükkanımın yanına
Tamirci dükkanı açtığında,
Hayatın akışına kapılıp,
Savrulup gitme durumu vardı.
Zamanla gerçekleri öğrendi, bilinçlendi.
Araştırdı, anlattıklarımın doğruluğuna inandı.
Atatürk, en büyük devrimcidir, dedi. 
Devrimciliğin önde gelen savunucusu oldu.
Sonraki konuşmalarda bir ben söyledim, bir o anlattı.
Anlattıklarıyla kültür yolunu aydınlattı.
*                *                *                *
Aradan 5 yıl geçti.
Arkadaş, o dükkandan taşındı.
Ben anılardan rahatsız oldum.
Ayları gün diye hesap ettim.
Ben de dükkanımdan taşındım.
*                *                *                *
Sonradan görüşmemiz devam etti.
Genelde ben arkadaşı yeni dükkanında rahatsız ettim.
Akşamdan sabaha konuşmamız devam etti.
Engelleri yıktık, kötüleri cezalandırdık.
*                *                *                *
1994-95-96 yıllarında İstanbul'a gittim.
Yayınevleri beni pas geçti.
İngiliz, fransız olsan,
Hikayelerini kitap olarak basardık.
Türk'sün, yazdıklarını çöpe at dediler.         
*                *                 *                *
3-Eylül-1997 yılında Ayla ile evlendim.
38 yaşındaydım, internet böylesine yaygın değildi.
1999 yılında oğlum Serkan dünyaya geldi.
Birkaç ay sonra tamirci evime geldi.
Araba almış, yanında 4 işçi çalıştırıyormuş.
Bankada param var, iki katlı villa aldım, dedi.
Nasıl böyle zengin oldun, dedim.
Hep senin anlattıkların,
Soruları cevapladım, olayı çözdüm, dedi.
*                *                *                *
Ben soruların cevabını bulamadım.
Babam öğretmendi, zor geçiniyordu.
Ben şimdi zar-zor geçiniyorum.
Ben devrimciyim ve Atatürkçü kalmak istiyorum.
*                *                *                *
Neden bunları yazıyorum?
Önemli olan, insanlığın geleceği.
Hiçbir canlı isteyerek dünyaya gelmez.
Milliyetini, dinini seçme şansı yoktur.
Bütün dinler, taraftarına cennet vaat eder.
Her din kendi dininin en üstün olduğunu öne sürer.
*                *                *                *
Şu son 3 yıldır sadece Atatürk Şiirleri yazıyorum.
Kıyısından, köşesinden olaya girmek zorundayım.
Bazı konularda yapılan hataları onarmak zorundayım.
İnsanlığın geleceği üstüne yapılan kurgunun ayarını yapmak zorundayım.
Bu fikirleri yüzlerce, binlerce insana ulaştırmak zorundayım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım   
42


MUSTAFA KEMAL ÇANAKKALE'DE
Mustafa Kemal, Çanakkale'ye geldiği zaman
Bombalar sağda, solda patlıyordu
İngiliz gemileri 
Dakikada 60 bomba atan toplarıyla
Siperlere nefes aldırmıyordu.
*          *         *          *
O anda bir aslan kükremesi duyuldu
Bu ülke sahipsiz değil diyordu
Bizden sonrası karanlık diyordu
Hücum diyordu, korkmayalım diyordu.
*          *         *          *
Anzaklar, sabaha karşı
Çanakkale'ye çıkartma yapıyordu
Sabahın 4 buçuğunda
Onları orada bekleyenler vardı
Sağ elinde şimşek, sol elinde yıldırım
Sağ elinde kılıç, sol elinde tabanca
Sağ elinde Anadolu, sol elinde Trakya
Mustafa Kemal ve Türk Askeri
Aç, tasır, savaştılar, yenilmediler
Yendiler, zafer kazandılar.
*          *         *          *
Karanlık varsa aydınlığa koşacaksın
Aydınlıktaysan karanlıktan korkmayacaksın
Kötüden, zalimden kaçmayacaksın
Özgürlüğün için, savaşacaksın
Sessiz durursan, yerinde oturursan
Zalimin zulmüne dur demezsen
Beynindeki prangaları söküp atmazsan
Gelecek yıllar sana acımaz.
*          *         *          *
Haydi, benim de, ben liderim de
Lider olmak için, çaba sarf et
En önde sen ol, en önde sen koş
Türk Halkı'nın peşinden geldiğini göreceksin.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım     

-------------------------------------------------------------

ATATÜRK VE DÜNYA TARİHİ
Dünya tarihini
Yeniden yazmak isterdim
Kalem elimde, kağıt önümde
Hiç bir tehdide bağlı kalmadan
Özgün düşünme yeteneğimi kullanarak
Dünyadaki yaşamı kurgulamak isterdim.
*            *            *            *
Vatan savunması hariç
Komşu ülkelere saldıran
Kralları, şahları, padişahları
Devre dışı bırakarak
Dünya tarihini
Atatürk ile aydınlatmak isterdim.
*            *            *            *
Atatürk vatanını savundu
Düşmanlara karşı koydu
Yurduna saldıran düşmanlara
Biz bu sınırlar içinde
Özgür ve bağımsız yaşamaktan başka
Bir şey istemiyoruz, dedi.
*            *            *            *
Düşmanlar, bunu kabul etmedi
Baskısını artırdı
Dört bir yandan Anadolu'ya saldırdı
Atatürk, Türk Halkı'yla tek vücut oldu
Savaştı ve galip geldi
Anadolu'yu düşmanlardan temizledi
Yepyeni bir devlet kurdu.
Adı: Türkiye Cumhuriyeti.
*            *            *            *
Türkiye Cumhuriyeti
Sınırları içinde yaşayan herkes
Atatürk'ü sever ve devrimlerine sahip çıkar
Sadece gerçeklere inanır
Atatürk gerçeğini kabul eder
Beyninde bir ışık yakar
O ışığın önderliğinde
Kültür yolunu aydınlatır
Yeni nesil insanlara yaşam sunar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım 

-----------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN GÖLGESİ YETER
İngiliz gemileri Çanakkale'de
Dakikada 60 mermi atan pek çok toplarıyla
Türk tabyalarını yoğun bombardıman ateşine tuttu
Türk topçular hazırdı
Ateş emrini bekliyordu
Alman komutanlar,
Türk topçusuna bekleyin, diyordu
İngilizler, bombaları bitince gider, diyordu.
Çanakkale'de Türk askeri giderek azalıyordu
Tabyalar gerilere, daha gerilere  çekildi.
*                *                *                *
Sonra Çanakkale'ye Mustafa Kemal geldi
Türk topçusuna ateş emrini verdi
İngiliz gemileri, Marmara'ya giremedi
Boğazın karanlık sularına gömüldü.
*                *                *                *
Sonra kara savaşları başladı
Mustafa Kemal önderliğinde
Türk Ordusu, Çanakkale geçilmez, dedi
Çanakkale geçilemedi.
*                *                *                *
Aradan 105 yıl geçti
Olanlar unutulmadı
Teknoloji ilerledi
İngiliz gemileri
Dakikada 120 mermi atar hale geldi
Atatürk'ün gölgesi yeter
Marmara'ya giremezler.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------- 

YA ATATÜRK OLMASAYDI?
Anadolu'da kilise çanları çalardı
Etnik azınlık Türkler, bundan rahatsız olurdu
Camiler kiliseye çevrilirdi
Ezan sesi duyulmazdı.
-            *            *            *
Papazlar, hayata yön verirdi
Krallara taç giydirirdi
Beşe bölünen Anadolu'da
Beş krallık hüküm sürerdi.
-            *            *            *
İngiliz, Fransız, İtalyan
Anzak ve Yunan Krallığı
Anzaklar kimdir derseniz
İngilizler tarafından
Çanakkale'ye getirilen
Avustralya yerlileri.
-            *            *            *
Ey şimdiki zamanda yaşayan insan,
Sen hayatta olmazdın
Baban, annen var olmazdı
Onlar bu dünyaya gelmezdi
Seni dünyaya getirmek için,
Geleceği ezmezdi.
*            *            *            *
Atatürk ilkeleri ve devrimleri
Işığında yolunu aydınlat
Sana başka önder gerekmez
Tek önderin Atatürk olmalı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

43

O CESUR YÜREKTE YÜZLERCE ASLAN YATAR
Anadolu dört bir yandan kuşatılmıştı
Ordular dağıtılmıştı, silahlar toplanmıştı
Halk, çaresizdi, mal, can emniyeti yoktu
Her yer karanlıktı, göz gözü görmüyordu
Anadolu düşman çizmesi altında eziliyordu.
* * * *
Ruslar, 1914 yılında Anadolu'ya girdi ve Erzurum'u kuşattı
Enver Paşa başarılı olamadı
Ruslar, Erzurum, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı ele geçirdi
200 bin kişilik Rus Ordusu yenilmezdi
Mustafa Kemal dediler, az bir kuvvetle Rusları durdurdu, dediler
Mustafa Kemal adı kısa zamanda Anadolu'ya yayıldı
Dillerde, gönüllerde Mustafa Kemal vardı
O, karanlıkta bir ışıktı ve Anadolu ışığa koştu
Dünya durdukça sönmeyecek bir ışığa, Mustafa Kemal'e koştu
* * * *
Anadolu'da Türk olmayan, başka milletlerden insanlar vardı:
Ne Mustafa Kemal'i, kim bu Mustafa Kemal dediler
Türk Halkı dedi: Sıra dışı bir komutan, mert, yiğit
O cesur yürekte yüzlerce aslan yatar.
* * * *
Türk olmayanlar, Mustafa Kemal'i sevmeyenler, dedi.
Bizim komutan Trikopis, İzmir'e geliyor
Tilkiden kurnaz, kaplandan kavgacıdır.
Mustafa Kemal'i Anadolu'dan söker, atar.
* * * *
Türk Halkı dedi: Yunan komutan Trikopis gelsin ve ne olacağını görsün
Türk, teslim olmaz, köle olmaz, boyun eğmez, bunu bilsin
Türk'e boyun eğdirmek isterken,
Kendisi boyun eğmesin.
* * * *
Dünya tarihi boyunca pek çok millet
Türk Milleti'ne boyun eğdirmek istemiştir
Böyle bir şey mümkün olmayınca
Dilini dibine çekip sessiz kalmıştır
Baskı altındaki milletler, Mustafa Kemal Atatürk'ü
Örnek alarak bağımsızlıklarını kazanmıştır.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım 

-------------------------------------------------------------------

KAHRAMAN MUSTAFA KEMAL 
Karşıdan bir atlı geliyor
Bana selam veriyor
Nereye gidiyorsunuz, diyorum
Çanakkale'ye diyor.
*         *        *        *
Yolunuz açık olsun
Şansınız bol olsun
Bileğiniz bükülmesin
Sırtınız yere gelmesin.
*         *        *        *
" Yolum açıktır, çocuk
Şansımı kendim yaratırım
Bileğimi bükecek çıkmadı
Sırtımı yere getirecek doğmadı. "
*         *        *        *
Kahraman bir savaşçısınız
Göğsünüz madalya dolu
Bu genç yaşta bu kadar madalya
Dünya tarihinde görülmemiştir.
*         *        *        *
" Yurduma saldıran düşmanlara karşı koydum
Onlarla savaştım ve galip geldim
Sence bu kadarı yeterli değil mi?
Biz savaş oyununa daha yeni başladık. "
*         *        *        *
Belli ki Çanakkale yeterli gelmeyecek
Anladım Anadolu düşmanla dolacak
Türk'ün özgürlük savaşı başlayacak
Türk Bayrağı'nı göndere Mustafa Kemal dikecek.
*         *        *        *
" Dur bakalım, aslanım, soluklan biraz
Derin bir nefes al, kendine gel
Az önce Türk Bayrağı dedin, Mustafa Kemal dedin
Ben adımı söylemedim, beni nasıl tanıdın? "
*         *        *        *
Ey gelmiş geçmiş en büyük kahraman
Savaş meydanlarının yenilmez armadası
Ben gelecekten geliyorum, seni nasıl tanımam
8-8-2021 tarihinden sana nasıl ulaşamam?
*         *        *        *
Ben her gün haykırıyorum Cumhuriyet diyorum
Sizin kurduğunuz Türkiye Cumhuriyeti yıkılmaz diyorum
Bunun için beynimi paramparça ediyorum
Tarihin dipsiz karanlığında bir ışık arıyorum.
*         *        *        *
Nice savaşlardan sonra, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuracaksınız
Tarihe isminizi altın harflerle yazdıracaksınız
Baskı altındaki milletlere örnek olacaksınız
Mustafa Kemal başardı, biz de başarırız dedirteceksiniz.
*         *        *        *
" Demek ki daha yolun başındayım
Vatanımı savunarak dünyaya örnek olmalıyım
Yenilmemeliyim, yenmeyi öğrenmeliyim
Dünya durdukça ezilen halklara örnek olmalıyım.
*         *        *        *
Benim adım Mustafa Kemal
Cumhuriyet düşmanlarının yenilmez savaşçısıyım
İçinde demokrasinin bol olduğu
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmaya kararlıyım.
*         *        *        *
Her dört yılda bir seçim olmalı
Halk, beğenmediği yöneticiyi değiştirebilmeli
İktidarda olan yönetici oyları değiştirmemeli
Beğenilmiyor ise, gitmeyi bilmeli.
*         *        *        *
Türkiye Cumhuriyeti'ni  genç beyinler yönetmeli
Bu genç beyinler aydınlığa yönelmeli
Çağlar ötesinden değil, gelecekten beslenmeli
Karanlığı reddetmeli, geleceğe ışık yakmalı. "
*         *        *        *
Ey büyük güç, ey büyük kudret
İlkelerinin yılmaz takipçisiyim
Bu ilkeleri insanlara ulaştırmada
Işık hızındayım çünkü bunda kararlıyım.
*         *        *        *
Mustafa Kemal atına bindi
Bana el salladı
Sonra görüşürüz, dedi.
Çanakkale'ye doğru hızla uzaklaştı.

SON 

Yazan: Serdar Yıldırım
44

ATATÜRK GİBİ OLMAYA ÇALIŞMAK
Atatürk, dünyanın gelmiş, geçmiş
En büyük insanı
O, bir önder, lider.
Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyan
Askeriyle omuz omuza savaşan
Düşmana geçit vermeyen
Vatanı için, canını tehlikeye
Atmaktan çekinmeyen
Bir özgürlük sevdalısı.
*           *            *            *
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran
Tarihe ismini altın harflerle yazdıran
En kült düşüncenin bile görmezden gelemeyeceği
Bir bağımsızlık sevdalısı.
*           *            *            *
Başkalarına zarar vermemek şartıyla
İstenilen hayatın yaşanabileceği
Yenilene, içilene karışılmayan
Düşüncenin özgür olarak
İnsan beyninde şekillendiği
İnsana hayat veren öz güvenin
Sevgi ve barışta kesiştiği
Mutlaka  savaş olacaksa
Bunun bilim ve teknolojide
İleri gitmek için, yapılacağı
Bir üstün güç sevdası.
*           *            *            *
İnsanoğlu bir milyar yıldır dünyada var
Bu bir milyon yıl olarak kabul görür
Yine de tarih on beş - yirmi bin yıla
Sığdırılmaya çalışılır.
Bu durum insanlar tarafından kabul gördükçe
İnsanın atasını tanıması zor olur.
*           *            *            *
Atatürk'ü sevelim
Devrimlerine sahip çıkalım
Dünyada yirmi dört tane İslam Ülkesi var.
Bunun yirmi üç tanesi iç çatışma ve
Karışıklık içinde.
*           *            *            *
Atatürk, Atatürk diyelim
Güzelim Cumhuriyetimizi
Dış güçlere teslim etmeyelim
Özgür ve bağımsız yaşayalım
Atatürk ilke ve devrimlerinden ayrılmayalım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

------------------------------------------------------

ATATÜRK BİR DEHA
Deha, çağının çok ilerisinde
Fikirlerle donanmış demektir
Deha, özgür ve bağımsızdır
Tarz yaratır ve bu tarzı
İnsanlığın yararına kullanır.
*        *        *        *
İnsanlığa yararı olsun diye
Ortaya atılan fikirler
Anında herkes tarafından
Kabul görmez.
*        *        *        *
Orta çağ karanlığında yaşayanlar,
Yaşadığı çağdan ayrılmak istemez
İlerici fikirleri kabul etmez
Kendisi gibi gerici olmayanların
Önünü kesmeye çalışır.
*        *        *        *
Cumhuriyet ilan edildikten sonra
Atatürk: Asıl savaşımız bundan sonra başlıyor, demiştir.
O'nun devrimlerine
En yakın arkadaşlarından karşı çıkanlar oldu.
*        *        *        *
Ben maaşımı padişahtan alıyordum
Şimdi maaşımı kimden alacağım, diyenler
İstanbul'da her gün binlerce kişiye
Mustafa Kemal, Samsun'a çıktı
Anadolu'ya gidelim,
Kurtuluş Savaşı'nı başlatalım, diyenler.
*        *        *        *
Aradan zaman geçtikçe
Anadolu karanlıktan kurtuldukça
Kültür, Anadolu'yu aydınlattıkça
Ülkeyi terk edenler oldu.
*        *        *        *
Bunlardan, Atatürk aramızdan ayrıldıktan sonra
Mustafa Kemal haklıymış, deyip
Geri dönenler oldu.
Aralarından milletvekili seçilenler oldu.
*        *        *        *
Atatürk hakkında araştırma yapalım
Gerçekleri öğrenelim
Kendimiz bir tarz yaratalım
Atatürkçü olalım.
*        *        *        *
İnsanoğlu beyninden prangaları söküp atarsa
En yüceye, en büyüğe ulaşır
Benim de, büyüğüm de
Yabancı güce boyun eğme
Sen Türk'sün, Türk olduğunu unutma.
*        *        *        *
En büyük Türk Atatürk de
O'nun izinden git
Başka her türlü yol
Senin için, çıkmaz yol.

SON

Yazan. Serdar Yıldırım

------------------------------------------------------------

ATATÜRK GİBİ OLMAK
Halktan yana olmak
Halkla birlikte olmak
Yanlış kararlar alıp
Halkın nefretini kazanmamak.
* * * *
Öz güven sahibi olmak
Halka güvenmek
Halkın istemediği bir durumun
Yaşanmasına asla izin vermemek.
* * * *
Atatürk gibi olmak
Savaşta ve barışta
Halkın canını
Kendi canından üstün saymak.
* * * *
Atatürk gibi olmak
Bir tek vatandaşının canına
Kefil olmak
Vatandaşını koruyamıyorsan
Görevini bırakmak.
* * * *
Atatürk gibi olmak
Tarımda ve hayvancılıkta
Anadolu'nun ve Trakya'nın
Dünyada ön sıralarda olmasını sağlamak.
* * * *
Yönetimine geldiğin
Dünya durdukça var olacak
Türkiye Cumhuriyeti'nin
İleri gitmesini sağlamak.
* * * *
Atatürk, Atatürk demek
Atatürk ilke ve devrimleri
Işığında yolunu aydınlatmak
Başka her yolun karanlık
Olduğunun farkına varmak.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------------

MUSTAFA KEMAL GERÇEK, GERİSİ YALAN
İngiliz'in izniyle yunan
Batı Anadolu'yu etti talan
İmkansızı mümkün kılan
Mustafa Kemal gerçek, gerisi yalan.
 *            *            *            *
Yunan, Batı Anadolu' da çok can aldı
Evleri yağmaladı, köyleri yaktı
Efeler, yunan için, dağa çıktı
Yunanla savaştı, bu vatan bizim, dedi.
*             *              *              *
Takviye kuvvetler cepheye geldi
Yunan, zafer naraları attı
Çarpışmalar şiddetli geçiyordu
Efeler, giderek azalıyordu.
*            *              *              *
Kurtuluşun bir yolu olmalıydı
Anadolu yunana teslim edilemezdi
Halk, bir bütün olarak harekete geçmeliydi
Ancak halka bir önder gerekliydi
Bu önder Mustafa Kemal olabilir miydi?
 *             *              *              *
Doğuda az bir kuvvetle rusları durduran
Çanakkale'de ingiliz ve fransızları bozguna uğratan
Yurdun her karış toprağını kahramanca savunan
Mustafa Kemal olabilir miydi?
*              *                *                *
Mustafa Kemal, Anadolu halkını harekete geçirdi
Onlardan seninleyiz mesajını aldı
Büyük Taarruz'da en öndeydi ve ileri atıldı
Pek çok can O'na göğsünü siper etti
O yaşamalıydı ve Anadolu düşmandan kurtulmalıydı
*                *                *                *
Mustafa Kemal güveni boşa çıkarmadı
Yurduna saldıran düşmanları perişan etti
Kurtulanlar, ülkelerine zorlukla kaçtı
Geride kalanlar için, acı son vardı

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
45

DÜNYADAN BİR MUSTAFA KEMAL GEÇTİ
Toprakları işgal edilmiş bir vatan
Bağrına hançer dayamış olan düşmana çatan
Özgürlük yolunda inanılmaz adımlar atan
Düşmanın yüz tanesini bir kurşuna satan.
*                *               *                *
Başka milletlere boyun eğmeyi reddeden
Bunun için, sessiz kalmayan, isyan eden
Sekiz yıl boyunca cepheden cepheye giden
Anadolu'nun boşluğunda düşmanı mahveden.
*                *               *                *
Ey Kurtuluş Savaşı'nın yenilmez armadası
Ey dünyanın gelmiş geçmiş en büyük komutanı
Ey Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı
Tarih senden yana, bunu fazlasıyla hak ediyorsun.
*                *               *                *
Dünyadan bir Mustafa Kemal geldi, geçti
Bu dünyada yaşamayı herkesten çok hak ediyordu
Mümkün olsa yaşamımdan on yılımı uğruna feda ederdim
İnanın Anadolu şu anda bambaşka bir kimliğe bürünürdü.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım 

----------------------------------------------

MUSTAFA KEMAL: SAVAŞTA VE BARIŞTA DEVRİM   
Devrim yaparsın savaş meydanlarında
Girdiğin her savaşı kazanırsın
Tarih yazarsın Mustafa Kemal gibi
Mustafa Kemal Atatürk gibi.
 *      *        *        *
Tarih kitaplarının yazdığı
Savaş kahramanları
Başka bir ülkenin sınırını geçenlerdir
Onlar oraları fethederler.
 *      *        *        *
Mustafa Kemal onlara benzemez
Yurdunu istila eden düşmanlara karşı koyar
Arada dağlar kadar değil,
Çağlar kadar fark vardır
Fikirleriyle, düşünceleriyle orta çağ karanlığını yok etmiştir
Atatürk Çağı başlamıştır.
 *      *        *        *
Atatürk Çağı hiç bitmeyecektir
Dünya durdukça var olacaktır
Dünya sonsuza kadar var olacağına göre
Atatürk hep en önde, hep zirvededir.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım