Show posts

This section allows you to view all posts made by this member. Note that you can only see posts made in areas you currently have access to.

Topics - Ayla224

1

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI:  ARKADAŞ DEDİĞİN BÖYLE OLUR
Bazı günler Mustafa Makbule'yi bakla tarlasında yalnız bırakıp çevrede gezmeye çıkıyordu. Bir gün Mustafa gezerken bir kaval sesi duydu. Bu kavalı kimin çaldığını merak edip kaval sesinin geldiği tarafa doğru yürüdü. Biraz gidince baktı ilerideki bir ağacın altında on yaşlarında bir çoban kaval çalıyor, etrafında da koyunlar otluyordu. Mustafa bu çocuğun kavalıyla yarattığı sihirli dünyasını bozmak istemedi. " Varsın çalsın garip " diye düşündü. " Ben de o kaval çalmayı bırakıncaya kadar burada oturur, beklerim. "

Aradan yarım saat geçti. Çocuk, türküler, oyun havaları çaldıktan sonra kavalını ağaca yasladı ve azık torbasını açıp yanında getirdiği yiyecekleri yemeye başladı. Mustafa oturduğu yerden kalktı, çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Karşıdan birisinin gelmekte olduğunu otların hışırtısından duyan çocuk başını kaldırdı. Geleni tanımıyordu. " Acaba kim ki? " diye düşündü. Mustafa çocuğun yanına gelince gülümseyerek:  " Merhaba arkadaş, afiyet olsun " dedi. " Benim adım Mustafa. İzin verirsen yanına oturmak istiyorum. "
Çoban çocuk:   " Tabii gel gel, buyur şöyle " dedi. " Hem bak acıktıysan hiç çekinme ye bir şeyler karnını doyur. Yemezsen, darılırım. "
Mustafa çocuğun yanına oturdu. Sessizce ikisi birlikte yemeklerini yediler. Daha sonra Mustafa: " Arkadaş, çok güzel kaval çalıyorsun. Kendi kendine mi öğrendin yoksa bir öğreten mi oldu? " diye sordu.
Çoban çocuk:   " Köylük yerde böyle eften püften işleri öğreten olmaz " dedi. " Benim dedem de çoban, babam da çoban, eh, ben de çoban. Beş yaşına bastığımda babam, haydi bakalım Ali, al güt şu koyunları, deyip on tane koyun verdi bana. O günden bu yana çoban olup çıktık işte. Dedemi, babamı kaval çalarken dinledimdi. Bir gün canım sıkıldı, bu kavalı yaptım. Öyle böyle derken öğrendim çalmasını. Güzel çaldığımı az önce sen dediydin. Sağ olasın. "

" Peki arkadaş, çoban olarak yaşamını sürdüreceğini söylüyorsun. Tabiatla iç içesin, koyunlarını güdüyorsun, dilediğince kavalını çalıyorsun. İşine pek karışan olmaz. Özgürsün, belki mutlusun da. Fakat senden öncekilerden gördüğün, onların yaşadığı yaşam tarzının dışına çıkarak, dışarıya taşarak, daha aktif bir hayat yaşamayı arzulamaz mısın? Kendine bir hedef seçersin ve hedefine varmak için yeterli bilgiyi öğrenmeye okula gidersin. Bu ön bilgiyi öğrendikçe, öğrendiklerinin ışığında fikirlerini geliştirirsin. Eğer isterse kişi vatanına, milletine faydalı olabilecek pek çok iş başarır. "
" Ne yalan söyleyeyim, söylediklerinin bazı yerlerini tam olarak anlayamadıysam da çoğunu anladım. İyi güzel diyorsun da bizim köyde okul yok ki. Şehirdeki okula gitmeye kalksam, hiç tanıdığımız yok orada, kalacak yerim yok. Zaten babamlar bırakmazlar gideyim. Belki onlar da isterler Ali amir-memur olsun ama şu gördüğün koyunların başına bir çoban lazım. Herkes amir-memur olsa, çobanlığı kim yapacak? Boş ver beni be, düşünme beni be, bırak ben çoban kalayım. Sen asıl kendinden haber ver, buralarda kimlere misafir geldin ki? Hem senin geldiğin şehir büyük mü? Sizin okulda çok çocuk var mı okula giden? "

" Bak arkadaş, hayatta insanın eline birtakım fırsatlar geçer. Önemli olan ele geçen bu fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bunun için de gayret gereklidir. Eğer biz seçtiğimiz hedefe ulaşmak için yeterli gayreti göstermezsek, zaman içinde, hedefimize gittikçe yaklaştığımızı değil, bilakis hedefimizden giderek uzaklaştığımızı fark ederiz. Kimsenin kimseye zorla meslek seçtirmesine taraftar değilim. Severek yapılmayan bir iş, bir uğraş, kişiye hayatı anlamsız kılar. Böyle biri de, eğer çıkış yolu bulamazsa yani hayatını anlamsızlıktan kurtaramazsa vatanına, milletine gerektiği şekilde faydalı olamaz. Şimdi arkadaş, sen şehirdeki okula gitmeye kalksan orada yatılı bir okula girerdin ve kalacak yer diye bir sorunun olmazdı. Az önceki sözlerinden bunun için birtakım engeller çıkabileceğinden çekindiğini anladım. Ayrıca da, senin buradaki yaşantından pek şikayetçi olmadığını fark ettim. Fakat okuma-yazma isteği ile yanıp tutuştuğun belli. Benim okuduğum okulda okuyan çocukları merak etmen bunu gösteriyor.  Ben, annem ve kız kardeşimle birlikte Selanik'ten dayım Hüseyin Ağa'nın yanına geldik. Kız kardeşimle birlikte dayımın bakla tarlasında bekçilik yapıyoruz. Fırsat buldukça çevrede gezintiye çıkıyorum. İşte böyle bir gezinti anında seni gördüm, yanına geldim, oturduk, konuşuyoruz. İki ay kadar dayımın çiftliğinde kalacağız. Yani iki ay seninle bir arada olabiliriz demek istiyorum. Arkadaş, eğer istersen sana okuma-yazma öğretmek istiyorum. Biz buradan giderken sen okuma-yazma öğrenmiş olursun ve sana bırakacağım ders kitaplarını okuyup iyice öğrenirsin. Bu arada boş durmayıp arkadaşlarına da okuma-yazma öğretmek için çaba sarf edersin. Yakın bir gelecekte sizin köyün öğretmeni olursun. Ne dersin arkadaş, ister misin okuma-yazma öğrenmek? "
" Tabii ki, isterim istemesine de, becerebilir miyim dersin okuma-yazma öğrenmeyi? "
" Becerirsin, becerirsin. Sen istedikten, biraz da gayret gösterdikten sonra başarılı olmaman için hiçbir neden göremiyorum. "

Mustafa daha sonra konuşmasının bir bölümünde Selanik'te Şemsi Efendi'nin İlkokulunda okuduğunu fakat babası Ali Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, annesi ve kız kardeşiyle dayısının yanına geldiklerini anlattı. İlkokulu bitirdikten sonraki amacının Askeri Rüşdiye'nin imtihanlarını kazanarak oraya girmek, Rüşdiye'yi bitirdikten sonra yüksek öğrenimine devam ederek sonunda subay olmak olduğunu belirtti. Mustafa ile Ali bir süre daha konuşmalarına devam ettiler ve yarın aynı yerde buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar.

Mustafa fırsat buldukça Çoban Ali ile bir araya geldi; ona okuma-yazma öğretebilmek için çırpınıp durdu. Mustafa'nın bu iyi niyetli çabaları boşa gitmedi. Bir süre sonra Ali, okuma-yazma öğrenmeye muvaffak oldu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Mustafa:  " Arkadaş, annem beni Selanik'e teyzemin yanına gönderiyor. Yarın gidiyorum. Selanik'te okumaya devam edeceğim. İşte ders kitaplarımı getirdim. İlk tanıştığımız günkü konuştuklarımızı unutmadın sanırım. Bu kitapları iyice oku, öğren. Fakat öğrendiklerin sende kalmasın. Öğrendiklerini arkadaşlarına da öğret, onlara da okuma-yazma öğret. Bir ülkede cahiller ne kadar çoksa, o ülke, o kadar geri kalmış demektir. Ülkemizin medeni milletler seviyesine erişebilmesi, her ferdin, üzerine düşen görevi yapmasıyla gerçekleşir. Sadece ben okuma-yazma biliyorum, ben bilgiliyim demekle olmaz. Başkalarına da okuma-yazma öğretmedikçe, eğitmedikçe, bilgilendirmedikçe görevin tamamlanmış sayılmaz, yarım kalır. Bunu sakın aklından çıkarma. En güzel günler senin olsun arkadaş, hoşça kal. " dedi ve elini uzattı.

Çoban Ali, kendisine uzatılan dost eli sevgiyle sıktıktan sonra:   " Seni subay olmuş yürürken görür gibi oluyorum, Mustafa. İnşallah vatana, millete yararlı olursun. Mustafa adını hiç unutmayacağım, sen de, Çoban Ali adını unutma. Subay olunca fırsat bulursan gel gör beni, ben hep buralardayım, olur mu Mustafa? " derken göz pınarlarından akan yaşları silmek gereğini duymuyordu.

SON

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53


YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36

2


ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI:  ÇİFTLİKTEKİ HIRSIZ 
Bir akşam yemeği sonrasında çiftlikteki odada oturulmuş ve gündelik olaylar konuşuluyordu. Hüseyin Ağa: " Yarın erkenden elma bahçesini çapalayıp, yabani otları ayıklamaya gidecektim ama çapayı bulamadım. Hanım, çapayı bir yere koymuş olmayasın? "
Hüseyin Ağa'nın karısı: " Efendi, çapanın alet dolabında olması lazım. İki gün önce temizlik yaparken oradaydı. "
Hüseyin Ağa: " Öyle de bugün akşamüstü baktım dolapta yoktu. Belki dedim sağa sola bırakmışlardır. Aradım, bulamadım. "

Hüseyin Ağa'nın çocukları, Zübeyde Hanım, Mustafa ve Makbule çapayı almadıklarını söylediler. Bunun üzerine Hüseyin Ağa: " Hanım, son günlerde çiftliğe yabancı biri geldi mi? " diye sordu.
Karısı: " Hayır Efendi, kimse gelmedi. Hep biz bizeyiz. "
Hüseyin Ağa: " Desene çapa sır olup uçtu. "
Mustafa fikrini söylemek ihtiyacını hissetmişti: " Dayıcığım, çiftliğe hırsız girmiş olamaz mı? "

Mustafa'nın sorusu odada bulunanların üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Gözler Mustafa'dan yana döndü.
Hüseyin Ağa: " Ne hırsızı? " diyebildi.
Mustafa: " Bir hırsız gelmiştir, çiftliğe girip çapayı çalmıştır. "
Hüseyin Ağa: " İki gündür ben, yengen, annen ve çocuklar çiftliğin avlusundaydık. Ayrıca köpekler var. Onlar geceleri burada kuş uçurtmazlar. Hani dediğin olmaz diyemem ama biraz zor. Hem hırsız neden sadece çapayı alsın, öteki aletleri de alıp götürebilirdi. Bırak çapayı, aletleri, çiftlikte daha değerli pek çok eşya var. Bunlar dururken neden yalnızca çapayı aldı? "
" Dayıcığım, hırsızın ya çapa çok işine yarıyor ya da çapayı satmak kolayına geliyor. Sadece çapayı almasının nedeni vereceği zararın büyük olmasını istemediğinden, yani hırsız insaflı biri. Gündüz gelse gören olurdu. Kimse onu görmediğine göre gece geldi. Köpekler hırsızı tanıdıkları için ses çıkarmadılar. Bu da hırsızın köyden biri olduğunu gösteriyor. "

" Pes be Mustafa, senin zekâna diyecek yok doğrusu. Aslında ben de zeki sayılırım ama sen benden çok ileridesin. Ortada fol yok, yumurta yok , alt tarafı bir çapa kayboldu. Bana kalsa yarın çapayı arar dururum. Sana inanıyorum Mustafa ve yarın çapayı aramayacağım. Artık geceleri nöbet tutacağız. İlk nöbet benim. Eee, sen ne diyorsun Zübeyde, şu hırsız işine? "
" Mustafa'nın dediklerine katılıyorum. O, boşuna konuşmaz. Söyledikleri hep doğru çıkar. Daha on yaşında ama çok akıllı. Bambaşka bir çocuk. Darısı bütün çocukların başına. "
Hüseyin Ağa gece yarısına kadar çiftliğin avlusunda nöbet tuttu. Daha sonra nöbeti Mustafa devraldı. Mustafa avluyu en iyi görebileceği yer olan çiftlik evinin birinci kat merdiveninin orta sırasına oturdu. Alet dolabının bulunduğu kulübe yan taraftaydı. Eğer hırsız gelirse önünden geçecek ve onu rahatça görecekti.

Aradan bir saat geçmişti ki, Mustafa karşıdaki ağaçlıktan hızlı adımlarla yürüyerek gelen bir gölgenin alet dolabının bulunduğu kulübeye girdiğini gördü. Gölge, o kadar rahat hareket ediyordu ki, hayret edersin. Sanki babanın çiftliği, gel gir hiç korkmadan, dimdik yürü, kazma, kürek, çapa eline ne gelirse al git. Mustafa köyden olan bu adamı ay ışığı altında tanımıştı. Onun mert, dürüst biri olduğunu biliyordu. Konuşmuşlukları, tanışmışlıkları vardı. Bırak Hüseyin Ağa'yı, bırak çifti-çubuğu, benim küçük dostum, sen büyümüşsün küçülmüşsün ama yine büyüyorsun ve sonsuza dek büyüyeceksin diyen birinin yani bu adamın, kendisini hiçe saymasını, kendisinin de bulunduğu çiftlikten bir şeyler çalmasını onuruna yediremedi. Mustafa kızgın bir şekilde yerinden kalktı, gitti kulübenin kapısının dört-beş metre gerisinde durdu, ellerini beline dayadı, bekledi. Biraz sonra kulübeden çıkan adam kapıyı kapadı. İki adım attı, Mustafa'yı gördü, elindeki kürek yere düştü. Adamın gözleri yaşardı, belli ağlıyordu. Adam elinin tersiyle gözyaşlarını sildikten sonra başını sağa-sola birkaç kere salladı ve küreği yerden alarak Mustafa'nın yanından yürüdü, gitti.

Mustafa o gece sabaha kadar nöbet tuttu. Aslında Mustafa'dan sonra nöbet sırası amcasının oğluna geliyordu ama Mustafa amcasının oğlunun yerine de nöbet tutmuştu. Çünkü O, yarın yapacağı girişimleri bir plan dahilinde belirlemek istiyordu. Adam çapayı, küreği çalmıştı ama bunun bir nedeni olmalıydı. Kimse durup dururken başkasının malını izinsiz almazdı. Bu bir suçtu fakat suçluyu suç işlemeye iten nedenler vardı. Nedenlerin sebepleri vardı.
Mustafa ertesi gün öğle vakitleri adamın evine gitti. Kapıyı dokuz yaşındaki Ahmet açtı.
Mustafa: " Vay Ahmet, canım kardeşim. Nasılsın, iyi misin? Ben geldim. "
Ahmet: " Hoş geldin, Mustafa abi. Sağ ol, iyiyim. "
Mustafa: " Ayşe nerede? Neden buraya gelmiyor? "
Ahmet: " Mustafa abi, Ayşe annemin yanında. Annem bir haftadır hasta. Babam annem ölmesin diye dün kasabaya yürüyerek gitti. Birisi çapa vermiş ödünç diye, onu rehin bırakıp ilaç almış. İlacı anneme içirdik. Bu sabah babam yine kasabaya gitti. Elindeki küreği rehin bırakıp ilaç alacakmış. Daha sonra babam çapayla küreği parasını ödeyip geri alacak ve sahibine teslim edecekmiş. Babamın getireceği ilaç annemi iyileştirecekmiş. Sence annem iyileşir mi Mustafa abi? "

İnsanın taş yürekli olması lazımdı bu durum karşısında ağlamaması için. Mustafa gözyaşlarını tutamadı. Birkaç dakika sonra Mustafa ile Ahmet içeri girdiler. Ayşe yatakta yatan annesinin başucundaki sandalyede oturuyordu. Mustafa'yı görünce ayağa kalktı. Hasta kadın kollarını iki yana açarak Mustafa'nın sarılmasını bekledi. Mustafa sandalyeye oturdu ama bu davranışının sebebini açıklaması gerekti:   " Yengeciğim iyileşince birbirimize sarılırız. Yine eskisi gibi güzel günlerimiz olacak. Bundan sonra daha fazla evinize geleceğim. Yanlış bir hareketiniz hastalığınızın artmasına yol açabilir. Bunun için size sarılmadım. "
Hasta kadın zorlukla konuştu: " Olur Mustafa. Dediğin gibi olsun. Ben de en kısa zamanda iyileşmeye bakarım. "

Daha sonra çiftliğe dönen Mustafa olanlardan kimseye söz etmedi. Yeni gelen ilaçları içen kadın on beş gün içinde iyileşti. Adam başkasının tarlasında çalışarak kazandığı parayla çapayı ve küreği rehinden kurtardı. Bir gece yarısı son defa çiftliğe girerek çapayla küreği yerine bıraktı. Son sözü Mustafa söyledi:  " Akıl ve mantık çizgisinden ayrılmayan insan olmanın bilincine varır. İnsan iradesini kullanarak gerçekleri görür. Yanlışta bile olsan doğru gözünün önündedir. Gözünün önündekini görmek için, göz kapaklarını aralarsın yani okuyup öğrenirsin.

SON

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53


YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36

3

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI:  VATAN SEVGİSİ
Mustafa'nın kız kardeşi Makbule rahatsızlandığı için çiftlikte kalmıştı. Bugün Mustafa tek başına bakla tarlasında bekçilik yapacaktı. Şu karga kovalama işinin pek bir zorluğu kalmamıştı. Bakla tarlasına gelmeye başladığı ilk günlerde kargalar Mustafa'nın ne derece zorlu bir rakip olduğunu anlamışlar ve onun uyguladığı yöntemi müthiş bir mücadele örneği göstermelerine karşın boşa çıkaramamışlar, çekilip gitmişlerdi.

Mustafa sabah erkenden bakla tarlasına gelince tarlanın tam ortasında bulunan kulübenin önüne bir sandalye çıkarıp oturdu. Aradan yarım saat geçmeden canı sıkılmaya başladı. Böyle boş oturmak O'na göre değildi. O, bir şeylerle meşgul olsun, bir işe yarasın, faydalı olsun isterdi. Dayısının bakla tarlasında bekçilik yapmakla bir işe yarıyordu, faydalı oluyordu, fakat bunlar yeterli miydi? Hayır, yeterli değildi. Ne yapabilirdi? Kulübede birkaç tane ders kitabı vardı. Kitap en iyi arkadaştı. Okurdun, öğrenirdin, fikirlerin gelişirdi. Mustafa bir kitap alıp okumaya başladı. Böylesi çok daha iyiydi, hem artık canı da sıkılmıyordu.

Aradan iki saat geçmişti. Mustafa ilerideki tarlaların arasındaki patika yoldan yaşlı bir adamın geldiğini gördü. Yaşlı adamın yanında bir kuzu vardı. Onun gelip tarlanın kenarındaki bir ağacın altına oturmasını fırsat bilen Mustafa yerinden kalktı, kitabı kulübeye bıraktı ve yaşlı adamın yanına gitti. Mustafa söze şöyle bir giriş yaptı: " Merhaba dede, nereye böyle? "
Yaşlı adam: " Yolcuyum ben evlat, kasabaya oğlumun yanına gidiyorum. Bu kuzuyu toruna hediye olarak götürüyorum. Geçen ay köye gelmişlerdi, bir hafta kaldılar. Torun kuzu diye tutturmuştu. Ben de, şimdi çok küçükler, biraz büyüsünler bir tane sana getiririm dediydim. Alsın kuzuyu besleyip büyütsün. Dünyada en önemli şey sevgidir. Sevgisiz kalmış bir insan kuru bir ağaca benzer. Zamanında onun kalbine sevgi tohumu ekilmemiştir, sevmek öğretilmemiştir. Bir bilinmezlik içinde bocalar durur. Yüzyıllardır süregelen anlamsız kargaşayı sevgi yoksunu insanlar çıkardılar. Toplumları birbirine düşman ettiler. Sonuçta bunun acısını insanlık çekti. İnsanlara sevgiyle yaklaşmalı, onların kalplerine sevgi tohumu ekmeliyiz. Sevmek çok güzel bir duygudur ve insanı hayata bağlar. Sevelim, sevilelim, hayatın tadına varalım. "

Yaşlı adam konuşurken Mustafa oturmuş ve anlattıklarını ilgiyle dinlemişti. Şimdi söz hakkı Mustafa'nındı: " Dede, bazı insanlar nedense vatanlarını sevmiyorlar. Ben vatanımı çok seviyorum ve bu vatanın evladı olduğum için gurur duyuyorum. Şimdi vatanlarını sevmeyenler vatanını sevmeyi nasıl öğrenecek ve ben vatan sevgimi nasıl geliştirebilirim. Tavsiyelerin neler olacak? "
Mustafa' nın coşku dolu konuşması yaşlı adamı şaşırtmıştı. On yaşlarındaki bir çocuğun bu derece bilgili ve kültürlü olması, düşüncesini korkusuzca söyleyebilmesi, öğrendiklerini yeterli bulmaması, yeni bir şeyler daha öğrenmek için soru sorması akıl alır gibi değildi. Hani bu yaşlardaki kaç çocuğun aklına gelirdi vatan sevgisi?

Yaşlı adam düşüncelerinden sıyrılınca, gülümseyerek: " Evlat, adını demedin bana, neydi adın? " deyince Mustafa: " Dede, benim adım Mustafa " dedi.
Bunun üzerine yaşlı adam: " Sana tavsiyem Büyük Vatan Şairi Namık Kemal olacak. Namık Kemal, türlü engellemelere karşın vatanını çok sevdiğini haykırmaktan çekinmedi. Bu uğurda çok acı çekti, fakat hiçbir acı O'nu vatanına hizmetten alıkoyamadı. "
Mustafa: " Bundan sonra Namık Kemal'in şiirlerini daha bir önem vererek okuyacağıma söz veriyorum. Dede, mutluluk nedir sence? Ben mutlu olmak insandan insana değişebilir diyorum " dedi.

Yaşlı adamın mutluluk hakkında söyledikleri şunlar oldu: " Mutluluk yaşamsal bir gerçektir yani yaşamda mutluluk vardır ve her insanın mutluluğu ayrıdır. Hakkın olan mutluluğu başkalarının mutluluğuna gölge düşürmeden istemek sana kalmıştır. Mutlu olmak için büyük şeyler istemek gerekmez. İnsan isterse bir kelebeğin uçuşunu görüp mutlu olabilir. Her neyse Mustafa yavaş yavaş kalkayım. Hava kararmadan kasabaya varmalıyım. Anlattıklarımın sana bir parça faydası olduysa ne mutlu bana. İyi günler dilerim. "

Mustafa: " Ne demek dede, hem de çok faydası oldu. Ben de sana iyi günler dilerim. Yolun açık olsun " dedi. Mustafa yaşlı adam gittikten sonra kulübeye döndü ve sandalyesine oturarak konuşulanları düşünmeye başladı.

SON

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53


YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36

4

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: KARGA PEŞİNDE
Mustafa, annesi ve kız kardeşi ile birlikte dayısının çiftliğine gitti. Akşamüstü çiftliğe vardıklarında dayısı onları çok candan bir şekilde karşıladı. Hal-hatır sormalardan, iltifatlardan sonra akşam yemeği yendi. Yemekten sonra bir saat kadar daha sohbet edildi ve ardından geceyi geçirmek üzere odalarına çekildiler.

Ertesi sabah sabahın erken saatlerinde dayısı Mustafa'ya çiftliğin her tarafını gezdirip gösterdi. Öğle vaktine doğru bakla tarlasına gittiler. Tarlanın kenarına geldiklerinde dayısı parmağı ile tarlasındaki tohumları yemekte olan kargaları işaret ederek: " Bak Mustafa, şu kargaları görüyor musun? İşte bunlar bizim baş düşmanımız. Ben uğraşayım, çalışayım, onlar gelsinler tohumları yesin bitirsinler. Oh ne ala, ne ala! Kimseye faydası olmaz şu karga murdarının. Yaptıkları anca zarar, ziyan. Bir de şu korkuluğun omuzlarına, kafasına konarlar " gak gak " diye öterler yüzlü yüzlü. Korkuluğun sadece adı korkuluk. Şu hale bak. Dört beş karga omuzlarına konmuş, yemişler tohumları, doymuşlar, güneşleniyorlar. Gel Mustafa, kovalım şunları " diye söylendi.

Mustafa ile dayısının geldiklerini gören kargalar uçup gittiler. Daha sonra dinlenmek için bir ağacın altına otururlarken Mustafa, dayısına: " Dayıcığım, bu tarla hep böyle midir? " dedi. " Yani içinde çalışan, bekleyen olmadığı zamanlar kargalar tohumları yerler mi? "
Dayısı: " Yerler Mustafa'm yerler. Bunlar sahipsiz bir tarla görmesinler. Onu, yirmisi toplanır gelir. Böyle gündüzleri tarlada beklemezsen birkaç haftaya kalmaz toprakta bir tek tane bırakmazlar" dedi.

Bunun üzerine Mustafa konuyu toparlama ihtiyacı hissetti: " Peki dayıcığım, o zaman kargalar tohumları yiyip bitirmesinler diye sabahtan akşama kadar bekçilik yapmak zorunda kalıyorsunuz. "
" Aynen dediğin gibi oluyor Mustafa. Çiftlikte yapılacak bir sürü iş varken, ben buraya gelip karga peşinde koşuyorum. Ne yaparsın ki, bu bakla tarlası çok önemli. Baklalar olgunlaşınca hem kendimize yemeklik oluyor, hem de arabaya yükleyip pazarda satıyorum; iyi de para ediyor. "
" Demek ki burada bekçilik yapmak işleriniz için büyük engel teşkil ediyor, sevgili dayıcığım. O halde izin verirseniz yarından tezi yok kardeşim Makbule ile gelip burada bekleriz. Siz de çiftlikteki işleri yoluna koyarsınız. Kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğimi bilmenizi isterim. "
" Hay, sen aklınla bin yaşa, Mustafa! Bak bu hiç aklıma gelmemişti. Daha önce defalarca düşünüp de içinden çıkamadığım bu büyük sorunu kolayca çözüverdin. Bugün akşama kadar burada kalırız. Tarla bekçiliği nasıl yapılır iyice öğrenirsin. Zaten zor bir tarafı yok canım. Biraz dikkatli olup kargaları kollaman yeterli. Akşama çiftliğe dönünce annene ben söylerim. Onun da rızasını almak lazım. "

Ertesi sabah erkenden yengesinin hazırladığı börekleri bir torbaya koyan Mustafa kız kardeşi Makbule ile birlikte dayısının bakla tarlasına geldi. Gelir gelmez de, tarlaya inen kargaları kovalamaya başladılar. Öğle vaktine doğru ikisi de çok yorulmuştu. Bunun sebebi: Bir defa tarla oldukça büyüktü. Bir tarafa üç beş karga tohumları yemek için gelseler Mustafa ile Makbule hemen koşuyorlar kargaları kovalıyorlardı. Aynı kargalar uçuyorlar, tarlanın öteki tarafına iniyorlardı. Tarlanın bir başından bir başına koşup durmak onları yormuştu. İşin içine başka kargalar da karışınca durum iyice çekilmez hal almıştı.

Öğle vakti bir köşede oturup yengesinin hazırladığı börekleri yerlerken Mustafa Makbule'ye sorunu kökünden halledecek bir yöntem bulduğunu söyledi ve şunları ekledi: " Makbule, kargaların bize oynadığı oyunun bilmem farkında mısın? Biz bu tarlaya gelir gelmez acemi olduğumuzu anladılar. Uygulamak istediğim yöntem oldukça basit. Tarlanın ortasında bulunan kulübenin içinden tarlayı enlemesine bölen bir çizgi çektiğimizi farz edelim. Bu çizgi tarlayı iki eşit parçaya böler. Yukarı tarafta kalan parça biraz meyilli, burası benim olsun. Aşağı tarafta kalan parça dümdüz, burası da senin olsun. Herkes kendi bölgesindeki kargaların kovalanmasından sorumlu olacak. Eğer kendi bölgenin ortalarına yakın bir yerde durmaya özen gösterirsen sabahki yorgunluğunun iki kat azaldığını fark edeceksin. Şimdi konuyla ilgili bana sormak istediğin bir şey var mı? "
" Ne diyebilirim ki Mustafa abi. Sen yapmamız gerekeni tam olarak anlattın. Burada bana düşen görev anlattıklarını eksiksiz olarak uygulamamdır. "
" Aferin sana Makbule. Senin gibi söz dinleyen, kavrayışı kuvvetli bir yardımcı ile çalışmak benim için şereftir. Bu başarı sadece benim değil, ikimizin başarısı olacaktır. Şimdi biraz acele edelim, böreklerimizi yiyelim de işe başlayalım. Bak kargalara, meydanı boş bulunca nasıl da çoğaldılar. Belki şu an için tarlanın üstünde uçmaktan başka bir şey yaptıkları yok ama eğer acele etmezsek birer ikişer tarlaya inmeye başlayacaklarına eminim. Dayıma, kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğim, diyerek söz vermiştim. "

Mustafa'nın kendi buluşu olan yöntem başarılı oldu. Akşamüstü hava kararmaya başladığında kargalar geceyi geçirmek için konaklama yerlerine giderken aç ve yorgundular. Çiftlikte yenen akşam yemeğinden sonra Makbule, o gün olanları ve kargaların üzgün ve perişan bir şekilde gidişlerini anlatırken, odada bulunanlar kahkahalarla gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Annesi Zübeyde Hanım, " Benim Mustafa'm çok akıllıdır " diyerek sarı saçlı, mavi gözlü oğlunu gururla alnından öperken, Mustafa vakur halini hiç bozmadan duruyor, sadece gülümsemekle yetiniyordu.

SON

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53

YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36
5
Şiirler / 23 Nisan Ve Cumhuriyet Şiirleri
03 Nisan , 2024, 12:39:53

23 NİSAN VE CUMHURİYET ŞİİRLERİ   
23 NİSAN
Bugün 23 nisan
Coşkulu tüm çocuklar
Atatürk'ün çocuklara
Armağan ettiği bir bayram.
*        *        *        *
Sevinin çocuklar
Gülün, oynayın
Bakın Atatürk size
Bu bayramı hediye etti.
*        *        *        *
Yoktu böyle bir bayram
Dünyada bir ilk
Farkına vardı bunun
Yüce Atatürk.

SON

--------------------------------------

23 NİSAN COŞKUSU
Atatürk'e inansan
O'nun yoldaşı olsan
Dünya uygarlığından
Biraz medeniyet kapsan.
*        *        *        *
Zaman geriye gitmez
Hep ileri gider
Atatürk'ün çağdaş fikirleri
Gerici düşünceyi siler.
*        *        *        *
Atatürk bu vatanı kurtardı
Cumhuriyeti kurdu
O'na minnettar olmalıyız
Türkiye Cumhuriyeti'ni korumalıyız.

SON

--------------------------------------

CUMHURİYET ÇOCUKLARI
Neşelidir, güler yüzlüdür
Cumhuriyet çocukları
Geleceğe güvenle bakar
Cumhuriyet çocukları.
*           *           *           *
İnsanların barışında
Uygarlık yarışında
Atatürk'ün peşinden koşar
Cumhuriyet çocukları.
*          *         *          *
Kitap okur, öğrenir
Kendine güveni tamdır
Fikirde, düşüncede özgürdür
Cumhuriyet çocukları.

SON

--------------------------------------

19 MAYIS 1919
Bugün 19 mayıs
Anadolu Halkı üstünde oynanan bahis.
*            *           *           *
1919 ve 1923 yılları arası
Olmadı hiçbir asker terhis.
*            *           *           *
Mustafa Kemal Samsun'da göründü
Düşmanın ışığı bir anda söndü.
*            *           *           *
Işığı tekrar  yakmak fayda etmedi
Mustafa Kemal vardı, O'na güç yetmedi.
*            *           *           *
Mustafa Kemal bu, seni rakip tanır mı?
Zorlu bir savaşta sana nefes aldırır mı?
*            *           *           *
Ey ingiliz, Çanakkale'de Anzak'ı öne sürdün
Sadece Anzak'ı değil, kendini de bitirdin.
*            *           *           *
Nasıl ama Mustafa Kemal şahlandı
Türk Askeri mevzide cephe aldı.
*            *           *           *
Pişman ve perişan oldun, çöktün
Vurulup düşen Anzak'ın üstünü toprakla örttün.
*            *           *           *
Taarruz Kemal geldi dedin, neden kaçtın?
Güneş batmayan imparatorluğuna korku saçtın.
*            *           *           *
Kaldı mı Mustafa Kemal'den sonra senin imparatorluğun
Zirveden öyle bir düştün ki, kalmadı korkuluğun.

Yazan: Serdar Yıldırım
6
Şiirler / Türk Kadını - Ayla Yıldırım
08 Mart , 2024, 19:49:23

TÜRK KADINI
Ben güçlü Türk kadınıyım
Çağdaşım, medeniyim
Arap adetleri bana sökmez
Kimsenin önünde diz çökmem.
*                *               *                *
Düşünce ufuklarım geniştir
Zekiyim, bilgiliyim
Her zorluğu yenerim
Engelleri yıkar, dağıtırım.
*                *               *                *
Ben şerefli Türk kadınıyım
Efeyim, yiğidim
Uygarlık yolunda
Dünya kadınlarının önderiyim.

Yazan: Ayla Yıldırım
7

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
BÜYÜK KURTARICI
Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule ile Naciye tartışıyordu.
Naciye: Abla, son günlerde annem ve babamın konuşmalarından şu sonuca ulaştım: Osmanlı kötüye gidiyor ve önlem alınmazsa sonumuz bir felaket.
Bunun üzerine Makbule: Doğrudur. Bir kötü gidişat var ama önlem alınmıyor. Saray yabancı kadınlarla doluymuş. Padişahın annesi yabancıymış. Annemiz Zübeyde Hanım bir Türk. Biz de Türküz diyoruz. Annemiz fransız veya rus olsaydı, biz de fransız ve rus olurduk. Fransa'ya ve Rusya'ya hizmet ederdik. Türkleri kendimize düşman bilirdik.
Naciye: Abla, sen bunları biliyorsun. Sadrazam ve vezirler de biliyor. Önlem alsalar ya.
Makbule: Naciye, biliyorsun, ben Osmanlı tarihini araştırdım. Belli bir dönemden sonra  kaç tane Türk sadrazam ve vezir adı söyleyebilirsin?
Naciye: Çoğu başka milletlerden, aralarında Türk yok gibi.
Makbule: Bunlardan Osmanlı Devleti yıkılmasın demesini bekleyemezsin.

---------------------------------------------------------------------

BEN BEBEK MİYDİM?
Yıl 1872. Evde oturmaktan canı sıkılan Fatma'yı annesi  Selanik sokaklarında gezmeye çıkardı. Sokaklar bomboştu, Arada bir tek tük adamlar geçiyordu. Bu Selanik'te kadın yok muydu? Çocuklar evet çocuklar hani neredeydi? Neden eve kapatılmıştı? Bu durum Fatma'nın kafasına takıldı. Annesine şöyle bir soru sordu: Yemeklerimi yemiyordum ya o zaman ben bebek miydim? Zübeyde Hanım derinden etkilendi. Bilmem kaç zaman önce Fatma ile böyle bir fikir alışverişi olmuştu. Fatma, yemeklerini neden yemiyorsun, demişliği vardı ama Fatma'nın bunu hatırlaması olanaksızdı. Zübeyde Hanım, Fatma'sına sıkıca sarıldı.
Daha sonra sahile çıktılar. Boylu boyunca Ege Denizi önlerinde uzanıyordu. Vur patlasın, çal oynasın eğlenen, günün yirmi dört saati etkinliğini gösteren sahil gazinolarında ermeni, rum, yunan ve diğerleri coşku doluydu. Zübeyde Hanım kızı Fatma'nın elini sıkıca tuttu. Eve doğru yöneldi. Ali Rıza Bey işten dönmüş ve yorgun olmalıydı. O geldiğinde mutfakta olmamak yakışık almazdı.

---------------------------------------------------------------

BİR TORBA BALIK
Ali Rıza Bey ile oğlu Ahmet o sabah erkenden kalktı. Akşamdan sözleşmişlerdi, yarınki balık tutma işi için. Önceleri Zübeyde Hanım karşı çıkmıştı. Ne gereği var canım, sabah erken kalkmanın. Biraz uykunuzu alıp bir iki saat geç kalksanız da olur. Sanki Ege Denizi'nin balıkları Ali Rıza Bey ile Ahmet gelecek ve biz onların oltasına ilk takılan olacağız, mı diyecekler dediyse de dinletemedi. Zübeyde Hanım onları sabah erkenden yolcu etti.
Ali Rıza Bey ile Ahmet çok hırslıydı. Ellerinde birer olta ve gelsindi balıklar, atılsınlardı oltaya, bakalım kim, kaç balık yakalayacaktı?
Aradan saatler geçti. Ali Rıza Bey ve Ahmet saatlerdir denize olta atıyordu. Oltanın ucundaki yem yeniyor ama balık yakalanmıyordu. Kavanoz içinde getirilen yemler bitmiş ama ortada balık yoktu.
İkindi vaktini geçmişti. Ali Rıza Bey ve Ahmet, bu balıklar bizi sevmedi. Yem yiyor ama kaçıyorlar. Anneni ben severim, sen de seversin. Dönerken  balık alalım, annen de sevinsin ama aramızda sır. Aradan yüz yıl geçse bile anneye söylemek yok. 
Bunun üzerine Ahmet, merak etme baba. Bizim balık almamızın kimseye zararı yok.
Ali Rıza Bey ile Ahmet, akşamüstü bir torba balıkla eve giriş yaptı. Zübeyde Hanım onları coşkuyla karşıladı. Akşam yemeğinde bol bol balık yediler.

---------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA BEY'İN ÇOCUKLUĞU
Ali Rıza on dört yaşındaydı. Arkadaşı Osman'la komşu köye gitmiş ve yalnız geri dönüyordu. Gök gürlemeye başladı. Belli yağmur geliyordu. Ali Rıza adımlarını hızlandırdı. Köyüne daha yol vardı. Bir saçak altı, bir girdap bulup yağmurun dinmesini beklemeliydi. Karşıda bir çınar ağacı gördü. Onların yüzlerce yıl yaşayanı vardı. Ne fırtınalar, yağmurlar atlatırlardı. Hem bu çınar ağacı tam bir saçak altıydı. Oraya sığınırsa yağmurun damlası değmezdi. Aniden gökyüzünde bir şimşek çaktı. Sonrasında uzaklara yıldırım düştü. İleride gökyüzü daha karaydı. Kısa bir süre sonra doğa gerçek gücünü gösterip yağmur damlalarını ağırlaştırırdı. Pek çok şimşek çaktırıp yıldırım düşürür ve bazı canlıların yaşamlarını sonlandırırdı. Ali Rıza oralarda bir çukur bulup içine sindi. Zaten sırılsıklam ıslanmıştı. Yağmurdan korkusu yoktu. O'nun düşüncesi yıldırımdı. Her şimşek çakışında korkmuyordu ama ürperiyordu.
Al Rıza bir anlık zaman diliminde başını yukarı kaldırıp ileri baktı. Adamın biri hızla gelerek çınarın altına sığındı. Saniyesinde şimşek çaktı ve yıldırım düştü. Boğuk bir feryat duyuldu ve adam yere yığıldı.
Ali Rıza: Vay anasını, demek ben oraya önce varsaydım yıldırım bana düşecekti. Beni bu hayattan silip süpürecekti. Ben bu hayatta var olmalıyım ve en azından çocuklarım olmalı.
Sonradan yağmur dindi. Ali Rıza çukurdan çıktı, çınarın altına gitti. Yıldırım adamı yakmış ve ikiye bölmüştü. Daha sonra köyüne doğru yöneldi. Köy kahvesinde olanları anlattı ve yardım etmelerini istedi.
Ali Rıza evine vardığında annesi Ayşe Hanım olanları dinleyince çok şaşırdı. O, insan hayatının doğa tarafından bu kadar kolay yok edilemeyeceği düşüncesindeydi. Kulaktan dolma değerlerle hayatı şekillendirirdi. Ali Rıza'nın anlattığı bu olay ve yorumu hayatına değişik bir bakış açısı kazandırmıştı.
Ali Rıza bir süre daha hayata devam edebileceği düşüncesindeydi. Belki bir gün evlenir, çocukları olurdu. Eğer çocukları olursa, onları çok sevecekti.

--------------------------------------------------------------------------

GAGASI OLMAYAN KARTAL
Atatürk'ün abileri Ahmet 9, Ömer 8 yaşındaydı. Kardeşleri 2 yaşındaki Mustafa'nın elinden tutarak mutfağa gittiler. Annelerinden bir hikaye anlatmasını isteyeceklerdi ama anneleri mutfakta yoktu. Odalara baktılar, evde yoktu. Yatak odasına yöneldiler. Babaları Ali Rıza Bey orada olmalıydı. Kapıyı çaldılar, içeriden buyurun, gelin denince içeri girdiler.
Ali Rıza Bey: Krallarım benim, şahlarım, padişahlarım!  Siz üçünüz bir anda tarih sahnesinden silinseniz, ben kime oğlum derim? Kim benim adımı tarih karşısında yargılar? Kim benim adımı tarihe sabitler? Siz üç oğlumdan en az biri büyük işler başarsın ve benim adım da bu O'nun babasıdır diye anılsın. Tarihe geçsin. Yüzyıl sonra yeniden dünyaya gelsem ve adım kitaplarda yoksa hakkımı helal etmem bilmiş olun.
Bunun üzerine Ahmet: Baba, yüzyıl sonra bizim adımızdan yola çıkarak tarih kitaplarında bolca varsan ne diyeceksin?
Ali Rıza Bey: O kadar mutlu olurum ki herhalde kanatlanıp gökyüzüne uçarım.
Sonrasında derin bir sessizlik oldu.
Ömer: Annem mutfakta yoktu. Hikaye anlatmasını isteyecektik. Şimdi buraya geldik. Baba, bize bir hikaye anlatır mısın?
Ali Rıza Bey: Canım oğullarım, siz isteyin ben size sabaha kadar on tane hikaye anlatırım, dedi ve bir hikaye anlatmaya başladı:
Kendini gökyüzünün hakimi sanan bir kartal vardı. Çok büyüktü. Kanat açıklığı on metreyi buluyordu. Aslanlar, kaplanlar ondan korkardı. Pençelerine yakalanan hiçbir canlı sağ kurtulamazdı.. Yaşlanan kartalın gagası düşüyordu ya işte bu kartal da yaşlanınca gagası düştü. Gagası olmayan bu kartal yeni bir gaga çıkması için,  aylarca bekledi. Sonunda beklemekten sıkıldı. Timsah dolu bir nehre atladı ve timsahlar onu yedi. Hikayemiz burada bitti.
Ahmet sordu: Baba, bu anlattığınız hikayeden nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Ali Rıza Bey: Hikaye anlatmamı istediniz, işte hikaye anlattım. Varın ötesini de siz hesap edin. Ne anladıysanız onu anlatmışımdır.

------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA İLE ZÜBEYDE'NİN AŞKI
Ali Rıza memur olmuştu. Kazancı iyiydi. Mahalle arkadaşları, tanıdıkları, amca çocukları evlenmişti. Arkadaşlarından ikinciye çocuğu olan vardı. Düğünlerde kızlarla dans eder, şarkı söylerdi. Aşkın ve aşığın yaşatılması taraftarıydı.
Babası ve annesi nice zamandır Ali Rıza'ya kız buluyor, Ali Rıza kızı görüyor ve evlenilecek nitelikte bulmuyordu. Ali Rıza'ya kız beğendirmek çok zordu. Yaşın otuz oldu, evlen artık Ali Rıza, diyorlardı.
Günlerden bir gün babası işten dönmemişti, annesi oğlunu karşısına aldı: Bak Ali Rıza, komşular dediydi, sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzeli bir kız var. Adı Zübeyde. Gittim, gördüm. Terbiyeli, saygılı. Baban, sen, ben evlerine gidelim, kızı bir de sen gör.
Ali Rıza: Olur anne, istersen yarın gidelim, ne dersin?
Annesi: Tamam, yarın gidelim.
Ertesi gün Ali Rıza, annesi ve babası, Zübeyde'nin evine gitti. Ali Rıza, Zübeyde'yi görünce beyninden vurulmuşa döndü.
Bu kız geçen gece rüyasında gördüğü kızdı.
Selanik'te bu kadar güzel bir kız varmış da benim haberim yokmuş, diye kendi kendine hayıflandı. Ali Rıza'nın babası Ahmet Efendi, isterseniz gidin bahçede bir gezin gelin, dedi ve gençler bahçeye çıktı. Ali Rıza, Zübeyde ile ağaçlardan, çiçeklerden bahsederek bahçenin sonuna kadar gitti. Dönüş yolunda Zübeyde'ye evlenme teklif etti: Zübeyde, benimle evlenir misin? dedi.
Zübeyde: Niyetli olmasaydım buraya gelmezdim, dedi. Ali Rıza öylece kalakaldı. Bundan sonra ne yapması gerektiğini bilemedi.
Daha sonraki günlerde Ali Rıza ile Zübeyde, Selanik sokaklarında gezdiler, dolaştılar. Zübeyde'nin evinde nişan töreni yapıldı. Zübeyde düğün istemedi. Ali Rıza, seninle olduğum her gün bana düğün dedi ve Zübeyde'den tarafa çıktı.
Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Onların altı tane çocukları oldu. Hepsi birbirinden değerliydi. Mustafa da bunlardan biriydi. Daha sonra Mustafa Kemal adını alacak ve yurdu istila edilen Türk'ün Kurtuluş Savaşı'nı başlatacaktı. 

--------------------------------------------------------------------------------

GERÇEK OLAN NEDİR?
Ali Rıza ile Zübeyde nişanlanalı bir ay olmuştu ki bunlar Selanik sokaklarında gezmeye çıktı.
Ali Rıza: Zübeyde istersen şurada oturalım. Ege Denizi önümüzde, Selanik arkamızda biz hayattan başka ne bekleriz?
Bunun üzerine Zübeyde: Ali Rıza, hayattan istenecek çok şey var ama hayat bunları bir anda bize vermiyor. Kısım kısım veriyor. Bazen hiç vermez.
Ali Rıza: Bilirim Zübeyde, bilirim. Onun öyle olduğunu bilirim.
Zübeyde: Biz hayat olsak hayatı kurgulasak. Hayat kötü olsa iyi insanları kötülüğe yönlendirse işsiz bıraksa soygun yaptırsa sen buna iyidir diyebilir misin?
Ali Rıza: Annesi hasta olan genç adam işsizdi, parası yoktu. Bu genç eczaneye girdi. Eczacıya reçeteyi gösterdi, gerekli olan ilaçları aldı. Dört kutu ilaç. Para vermeden çıkıp gitti.  Zübeyde, sen hakim olsan bu genci hapse atabilir misin? Belki annesi ertesi gün kalkıp yürüyecek. Zaten eczacı şikayetçi olmamış.
Zübeyde: Bak Ali Rıza, bunlar göreceli kavramlar. On kişi olsa beşi evet der, beşi karşı çıkar. Herkes akıl fikir düzeyi, zeka seviyesi açısından fikir ileri sürüp yorum yapar. Ama gerçek olan nedir?

-----------------------------------------------------------------------------------

DÜĞÜNE DÖRT GÜN KALDI
 Ali Rıza  ile Zübeyde için, gündüz nikah, gece düğün törenine dört gün kalmıştı. Bunlar yine bir fırsatını bulup yalnızlığa adım atmıştı.
Ali Rıza: Zübeyde  sen böyle konuları konuşmaktan hoşlanmazsın ama ben yine de sormak istiyorum. Biz evlenince kaç çocuğumuz olsun istersin? 
Zübeyde: Aman Ali Rıza, hele bir çocuğumuz olsun, ben onu el bebek, gül bebek beslerim. Araştırdım ve buldum. Yeni evli çiftlerin ilk çocukları yüzde yetmiş ihtimalle kız oluyormuş. Belki  yüz yıl sonra bu yüzde seksene çıkarmış. Ali Rıza, ilk çocuğumuz kız olsa sen bundan rahatsız olur musun?
Ali Rıza: Böyle bir şey kesinlikle söz konusu değil. Zübeyde, sen beni iyi tanımamışsın. Kızım olsun, oğlum olsun onu bağrıma basarım.
Sonunda o dört gün geçti. Ali Rıza ile Zübeyde evlendi. İlk çocukları Fatma oldu. Ali Rıza ile Zübeyde onu bağrına bastı. Gelecekte onları mutlu günler bekliyordu.
Aradan yıllar geçti. Fatma dördüncü yaş gününü kutluyordu. Zübeyde Hanım yaptığı pastanın üstüne dört mum dikmişti. Fatma mumları üfledi ve dört yaşına girdi. Önünde uzun bir yaşam vardı ve O bu şansını sonuna kadar kullanırdı.

-----------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA BEY'İN ÇOCUKLUĞU
Ali Rıza Bey, Selanik'te dünyaya geldi. İlkokulu Mahalle Mektebi'nde okudu. 12 yaşına gelince arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Çok iyi tekmük oynardı. ( Şimdiki futbol maçı ) Mahalle maçlarında başı önde sahadan hiç ayrılmamıştı. Maç başlayınca geri gelir, kendini kaybettirir, sonradan ileri çıkar, ataklara katılırdı. Takımı ileri çıkmışken, rakip takım savunması buna önem vermez, defans elemanları yanında olmazdı. Top, Ali Rıza'yı severdi. Rakip kale önünde boş pozisyonda durur ve topun gelmesini beklerdi. Hata affetmez ve soğukkanlı  bir vuruşla golü atardı. Gool diye öyle bir bağırır ve kaçardı ki, en hızlı koşan arkadaşı O'na yetişemezdi.
Günlerden bir gün Ali Rıza evde ders çalışıyordu. Kapı çalındı. Ali Rıza yan pencereden baktı. İki arkadaşı bekliyordu. Annesi Ayşe Hanım kapıyı açtı. Çocuklardan biri atıldı: Ali Rıza evde mi? Maçımız var da. O'nu çağırmaya geldik. Arkadaşlar bekliyor.
Ayşe Hanım: Ali Rıza'nın dersleri çokmuş. Yarın imtihanı varmış. Boşuna beklemeyin gelemez.
Aradan dakikalar geçti. Ali Rıza odanın içinde dört döndü. Eğer arkadaşlar gitmezse ben giderim, diye düşündü. Dönmeye devam etti. Ali Rıza sonradan yan pencerenin perdesini aralayıp kapı önüne baktı. Arkadaşları gitmemiş ve bekliyordu. Demek ki iş ciddiydi. Maç iddialıydı. Ali Rıza odadan çıktı. Mutfakta duran annesinin yanına gitti: Anne, arkadaşlar kapıda bekliyor. Derslerimi bitirdim. İmtihana hazırım ve en yüksek notu ben alacağım. Maça gideyim ha, ne dersin?
Annesi olur deyince Ali Rıza bir sevindi ki sormayın.
Maçın oynanacağı yere merdivenli yokuştan inilirdi. Ali Rıza yokuşun başında görününce arkadaşları arasında bir dalgalanma oldu. İşte Ali Rıza gelmişti ve bu maç kazanılırdı. Karşı takımın golcüsü Necdet uzun boyluydu ve elleri belinde bekliyordu. Ali Rıza'ya baktı. O'nu küçük görmedi ama büyük de görmedi. Arkadaşlarının neden Ali Rıza'ya bu kadar önem verdiğini anlamadı. Her zaman  olduğu gibi gollerini birbiri ardına sıralar maçı kazanırdı.
Maç başlayalı on dakika olmuştu ki Necdet ikinci golünü attı. Sonrasında takımı rehavete kapıldı ve Ali Rıza sahneye çıktı. Şahlanan takım arkadaşlarıyla ileri atıldı. Ali Rıza'nın attığı dört golle maç 4-2 galibiyetle sonuçlandı.
Ali Rıza iddia gazozunu içerken, kimseyi alaya almadı. Daha sonra arkadaşlarından ayrılıp eve gelince annesi sordu: Ali Rıza maçı kazandınız mı?
Ali Rıza: Evet anne, kazandık. Onlar iki attı, ben dört attım ve maçı kazandık.
Annesi: Böyle olacağı belliydi. Ben senin kaybettiğini hiç duymadım.

-------------------------------------------------------------------------------

BİR ALİ RIZA BEY HİKAYESİ
Mustafa 2 yaşında, abileri Ahmet 9, Ömer 8 yaşındaydı. Üç kardeş annelerinin yanına gitti ve bir hikaye anlatmasını istedi. Anneleri Zübeyde Hanım başının ağrıdığını söyleyerek çocukları babalarına yönlendirdi ve şunu ekledi: Aman, dikkat çocuklar, ben size genelde insanlar hakkında hikaye anlattım. Babanız tilkili, kuşlu, ördekli hikaye anlatır ve hikayenin sonu tahminlerin dışındadır. Şok olursunuz. Dağılıp da gelirseniz sizi toplayamam bilmiş olun.
Ahmet: Sen bizi merak etme anne. Ben ve Ömer dağılmam, Mustafa hiç dağılmaz. Anlatsın bakalım babam hikayesini ve bizi şok etsin görelim.
Kardeşler, babalarının yanına geldiğinde Ali Rıza Bey kafasını elleri arasına almış, düşünceye dalmıştı. Ahmet olanları anlatınca hiç şaşırmadı. İnsanoğlunun çözülemeyen sorunları olunca dönüp dolaşacağı yer benim diyordu. Sonrasında Ali Rıza Bey şu hikayeyi anlattı: Bir ördek vardı. Yaşadığı çağa göre, ileri düzeyde zeka sahibiydi. Ördekler etrafında toplanır, oyunlar oynardı. Bu oynadıkları oyunlar eğlence içindi. Bizim ördekle ilgisi yoktu. Bizim ördek hayatı kendi kurgulamak isterdi. Bir kader yapıcının var olduğunu düşünmezdi. Yaşadığın kader oluyor derdi. Bir gün bu ördek üç ileri, bir geri yürürken etrafını tilkiler sardı. Onlarla söz düellosuna girdi ve onlara sorular sordu. Siz tilkisiniz ama kurttan ne farkınız var? İki tilki bir kurt eder diyorlar. Bir tilki bir kurt neden etmesin? İnsanlar hayvanat bahçesi yapıyor ve tilkiyi kafese kapatıyor. Neden tilkiler insanat bahçesi yapmıyor ve insanı tutsak etmiyor?
Aradan zaman geçtiği halde ördeğin sorduğu sorular bitmiyordu. Sonunda tilkiler, sensin, dedi ve ördeği bir tilkiden yüz kat daha zeki tilkiler kralının huzuruna çıkardı.  Ördek tilkilere anlattıklarını tilkiler kralına da anlattı. Onunla söz düellosuna girdi. Bu durum  tilkiler kralını rahatsız etti.   Şu ördek de kimdi ve tilkiler dünyasına hücum etmişti? Bunlardan yüz  tanesini toplasan bir tilki etmezdi. Tilkiler kralı, on yıllık krallığının son bombasını patlattı:     -- Siz ördekler, kanatlarınız var uçuyorsunuz. Kanatlarınızı tilkilere verseniz, tilkiler dünyaya hakim olurdu. Neden dünyaya hakim olamıyorsunuz? Sizi engelleyen nedir?
-- Tilkiler kralı, biz dünyaya hakim olamıyoruz, siz de hakim olamıyorsunuz. O zaman gücünüzü kurtlara verin de kurtlar dünyaya hakim olsun, dedi. Bunu duyan kurtlar harekete geçti ve dünya yönetimini aldı.
Çocuklar, işte bundan dolayıdır ki, hiçbir kurdu evcileştiremezsin. Sirklerde gösteri yapan aslanlar, kaplanlar evcilleştirilmiştir. Ben bunca yıllık yaşamım boyunca hiçbir kurdun sirkte gösteri yaptığını duymadım.

Ali Rıza Bey sözlerini tamamladığında oğulları şok halindeydi. Bildik bilginin dışına çıkılmış ve kendilerine bilinmedik bilgi verilmişti. Babalarının yanında ayrılırken, biraz daha özgür ve mutluydular. Tam özgürlük Ali Rıza Bey'in hikayelerinde saklıydı.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

8

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
KAPLAN
Selanik'teki evde Atatürk'ün abileri  Ahmet ile Ömer konuşuyordu.
Ömer: Hayvanat bahçesinde kaplanların olduğu bölüme bir adam düşmüş. Kaplanlar, onu yemiş. Neden ama? Neden bir kaplan insanı yer?
Ahmet: Bunu ben de çözemedim. Kaplan insanların tutsağı ama insanı yiyor. Diğer insanların intikam alabileceğini düşünemiyor. Olayı ben de duydum. İnsanlar, o kaplanı vurmuş. Herhalde kaplan bir geyiği veya insanı yiyecek olarak görüyor. İnsan bir dereceye kadar akıllı bir yaratık. Kaplanda bu yok. Kaplanda akıl olsa tutsak olmazdı.

-----------------------------------------------------------

YALNIZ KURT
Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım'ın oğulları Ahmet ile Ömer çağdaş fikir ve düşünceyle donanmıştı. Önemli olan, karanlıktan kurtulup aydınlık yarınlara ulaşmaktı. Ben diyebilmekti. İnsan büyük, yüce,  görkemli bir varlıktı.  İnsan şansını kendi yaratır ve yarattığı dünyanın ilk hayranı olurdu. Şans bazen gelir, bazen giderdi. Önemli olan, şansını kendin için, kullanmaktı. Sen yeterli çabayı göstermez hayatın içine balıklama dalarsan , o bir bilinmez seni hayatın içinden çeker, alır, gökyüzüne savururdu. Doksan değil, yüz doksan yıl yaşasan sen sen olamazdın.
Ahmet ile Ömer, çocukların bu dünyadaki maceralarını yaşamadan erkenden dünyadan ayrılışlarının nedenini araştırmak üzere arkadaşlarına bir öneri sunmak düşüncesinde birleşerek evlerine girdiler.

---------------------------------------------------------

AÇ KALAN ÇOK İNSAN VAR
Mustafa beş yaşındaydı. Annesi ile birlikte bakkala alışveriş için gitmişti. Evlerine yakın köşe bakkal vardı ama herkes oraya gitmezdi çünkü beşe aldığı malı ona satardı. Selanik'te bulunan iki bankanın ikisinde de hesabı vardı. Selanik'in en zenginiydi. Birkaç adım fazla yürürdün ve aynı malı dededen sekize alırdın. Sonunda Mustafa ile annesi dedenin bakkal dükkanına varıp içeri girdi. Dedenin bakkal dükkanı dört adıma dört adım bir yerdi. Sağlı sollu duvarda birkaç tahta raf vardı. Köşede peynir ve yoğurt bulunurdu ve onlar teneke içindeydi. Ekmek dolabı vardı ve oradan istediğin ekmeği seçip alabilirdin.
Zübeyde Hanım dededen bir kilo yeşil mercimek ve bir kilo nohut aldı. Ayrıca iki ekmek aldı. Parasını ödeyip Mustafa ile birlikte eve doğru yöneldi. Akşam yemeği olarak yeşil mercimek vardı. Yarında nohut. Bunlar Ali Rıza Bey'in en sevdiği yemeklerdi. İkişer tabak yemeden doydum demezdi. Darısı aç kalan insanların başınaydı. Aç kalan, açım diyen o kadar çok insan vardı ki.

-----------------------------------------------------------

AHMET'İN YAŞ GÜNÜ
Zübeyde Hanım erkenden kalkmış, yemekler yapmış ve yaş günü için, hazırlanmıştı. Bugün Ahmet'in 9'uncu yaş günüydü. Önce Ahmet uyandı:  Anne, bugün benim yaş günüm. Benim için, pasta hazırlamışsın. Çok makbule geçti, dedi. 
Zübeyde Hanım: Aman oğlum, ne demek? Sen yüz yıl yaşa. Ben sana her yaş ününde pasta hazırlarım, dedi.
Aradan zaman geçtikçe önce Ömer sonra Mustafa uyandı.
Ömer: Anne, bugün abim Ahmet'in yaş günü. İyi güzel de benim yaş günüm ne zaman olacak?
Zübeyde Hanım: Oğlum, senin yaş gününü kutladık ya? İki ay olmadı. Yıl dönsün, seneye dokuzuncu yaş gününü kutlarız, dedi.
O sırada Mustafa yanlarına geldi: Anne, benim yaş günüm ne zaman? diye sordu.
Zübeyde Hanım: Mustafa, senin yaş gününe zaman var. Hele ay bir dönsün. Yaş gününe kırk gün kaldı. ( İki ) yaşına basacaksın.
Ali Rıza Bey gümrük memuruydu. Selanik dışındaydı. Zübeyde Hanım üç oğluyla o gün neşeli vakit geçirdi. Güldü, eğlendi. Geleceğe umutla baktı. Oğullarıyla nice yaş günlerine ulaşmak dileğini tekrarladı.

---------------------------------------------------------

MAKBULE İLE NACİYE
Atatürk'ün kızkardeşleri Makbule ile Naciye Selanik sokaklarında geziyordu. Naciye söze şöyle bir giriş yaptı: Abla, ben bu Selanik'i çok seviyorum. İnsanları sevecen, hoşgörülü. Kimse kimseye höt demiyor, git demiyor.Yarım saattir sahilde geziyoruz, bize yan bakana rastlamadım. Demek ki, Türk'ü, bulgarı, rumu, ermenisi bir arada sorunsuz bir şekilde yaşayabiliyor. Kovsalar gitmem şu Selanik'ten.
Bunun üzerine Makbule: Çeşitli milletlerden insanlar rahatlıkla bir arada yaşar. Dinleri değişik olduğu için, aralarında husumet oluşuyor. Birbirlerinin inancına saygı gösterseler savaşlar olmaz. Dünya tarihindeki savaşların yüzde doksanı din yüzünden olanlardır.
Naciye: Ablam, bu neden böyle oluyor? Büyük çoğunluğu tek bir yüce yaratıcıya inanıyor.
Makbule: Onun orası öyle de peygamberleri farklı. Sonra gelen bir öncekinin gelişmişi oluyor. İnsanlar bunu fark edemiyor. Anne hangi dine mensupsa çocuk da o dinin taşıyıcısı oluyor. İstese de istemese de bağımlı kalıyor.
Naciye: İnsan her neye inanıyorsa bir başkasının inancına saygı göstermeli. O zaman devletler din üstüne bir yönetim biçimi kurmamalı. Devlet yönetiminde dinin yeri olmamalı. Din gönüllerde yaşamalı. Ben bu sonuca ulaştım.
Makbule: Tastamam, benim de anlatmak istediğim buydu.

---------------------------------------------------------

BİZ DE BALIK OLURUZ
Yıl 1867. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım henüz on yaşındaydı. Babası Feyzullah Ağa ve annesi Ayşe Hanım ile birlikte Selanik'te deniz kıyısına balık avlamak için, gitti. Babası iki palamut veya bir kilo istavrit avlayıp öğle yemeğini kurtarma derdindeydi. Oltanın ucuna yem takmayı unuttuğu için, oltanın iğnesini gören balıklar açık denize kaçıyordu.
Bu arada Zübeyde anne ve babasını soru yağmuruna tutuyordu: Anne, biz niye balık tutuyoruz? Balıklarında canı var. Neden onların yaşama sevincini engellemek istiyoruz? Bugün hiç balık yakalamasak aç kalmayız. Tutmak istediğiniz balıklar yaşamlarına devam eder. Onları hayattan söküp almak bize ne fayda sağlar? Balıklar şanslı olsun ve biz eve eli boş dönelim, ne dersin?
Annesi: Kızım, ben sana ne diyeyim? Söylediklerini baban da duyuyor. Herhalde bir süre sonra sana geri dönüşümü olacaktır.
Akşamüstü hava kararmaya başladığında Feyzullah Ağa oltasını sudan çıkardı. Bakın gördünüz mü, balıklar yemi yemişler ama oltaya yakalanmamışlar. Bugün balık yakalayamadık. Bir balık olsam ve denizde yaşasam diye bir düşünce aklımdan geçmiyor değil.
Bunun üzerine Ayşe Hanım: Aman bey, o nasıl söz? Sen balık olur gidersen biz ne yaparız? dedi.
Zübeyde, annesine döndü: Anne, biz de balık oluruz, babamın peşine takılırız. Ege Denizi ile yetinmeyiz, Akdeniz'e bile çıkarız, deyince annesi ve babası kahkahayla güldü.

--------------------------------------------------------------------

ÇOCUKLARI ÇOK SEVEN MASALCI
Saat sabahın sekiziydi. 4 yaşındaki Fatma uyandı. Odasında çıktı. Annesi mutfaktaydı. Onun yanına gitti. Anne, bana bir masal anlatır mısın? dedi. Annesi Zübeyde Hanım: Aman kızım, sabah sabah bu ne masalı? Masallar genellikle akşam vakitleri anlatılır. Anneler ve babalar, çocuklara uyku masalı anlatır. Çocuklar, bir an önce uyusun diye.
Fatma: Anne, tam  uyanamadım. Beni uyandıracak, güne hazırlayacak bir masal biliyorsundur.
Bunun üzerine annesi, Fatma'ya şu masalı anlattı: Zamanın birinde bir adam varmış. Çocukları pek severmiş. Onlara kalem, silgi, defter, kitap satarmış. Çocuklar için, masal yazarmış. Kitap bastırmış. Bu kitapları bedavaya çocuklara dağıtmış. Çocuklar, bu masalcı adamın etrafında bir sevgi yumağı meydana getirmiş.
Oralarda bir okul varmış. Bu okulun müdürü öğrencilerin bu dükkandan alışverişini yasaklamış. Çocuklar, kendilerini çok seven masalcıyı terk etmemiş, az bir karla sattığı okul malzemelerini almaya devam etmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Masalcı vergileri ve dükkan kirasını ödeyemeyecek duruma gelmiş. Son günlerinde kalan defterleri ve kalemleri çocuklara bedava dağıtmış. Dükkanı kapatmış.
Sonraları masalcı yıkılmamış. Her yeni güne yeni bir umutla başlamış. Çocuklar için, yüzlerce masal yazmış. Ama artık parası yokmuş. Kitap bastıramıyormuş. Masalımız da burada bitmiş.
Fatma: Çok değişik ve güzel bir masal. Sonradan bu masalcı ne olmuş?
Zübeyde Hanım: Masalcı değişik ve güzel masallar yazıyor ve bunları çocuklara armağan ediyormuş.
O gün Fatma çok neşeliydi. Annesiyle şakalaştı durdu, güldü, eğlendi. Masalcıyı düşündü. Bir gün şu masalcıyla karşılaşabilir miydi? Onun orası belli olmazdı. O günü düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

------------------------------------------------------------

ATTİLA VE HONORİA
Atatürk'ün abileri Ahmet ile Ömer, Selanik'te evlerinin yakınındaki hükümet binasının arkasındaki  bahçede arkadaşlarıyla toplanmıştı. Böyle günlerde yeni bir oyun oynamayı adet edinmişlerdi. Ahmet'ten bir yaş büyük İsmail ile Rafet neyin ne olacağına, hangi oyunun oynanacağına karar verendiler. Biri bir konu ortaya atsa öteki arka çıkar, destekçisi olurdu.
Yirmiyi aşkın çocuk sağa sola bakınırken, İsmail orta yere çıktı ve Ahmet, sen Büyük Türk Hükümdarı Attila ol. Tahtın burası gel buraya otur, dedi. Ahmet şaşırmıştı. Hiç bozuntuya vermedi ve İsmail'in gösterdiği ağaç kütüğüne oturdu. Ama dimdik oturdu. Bir Türk hakanı gibi, Attila gibi. Seyirci Selanik çocukları bir adım geriledi. Kumanda şimdi Ahmet'in elindeydi, bakalım Ahmet nasıl bir yönetim gösterecekti?
İsmail geldi, elini göğsüne koydu ve Ahmet'in dört adım karşısında diz çöktü. Tahta kılıcı belindeydi. Başıyla selam verdi ve şöyle dedi: Batı Roma İmparatoru'nun kız kardeşi Honoria evlilik teklifinizi kabul etmişti fakat imparator, onu gizlice İstanbul'a göndermiş ve sarayda göz hapsinde tutuyormuş. Bunun nedenini araştırmak ve Honoria'nın size göndermek istediği nişan yüzüğünü almak için, İstanbul'a gitmek istiyorum.
Bunun üzerine Ahmet: İsmail, İstanbul'a git, olayı araştır. İmparator neden böyle bir şey yapmış? Honoria'yı bul, nişan yüzüğünü al ve gel. Rafet sen de İsmail ile git. Birlikte daha kolay başarıya ulaşırsınız.
Ahmet'in doğaçlama olarak söylediği bu sözler, çocukların kanını dondurmuştu. Dimdik durmayanlar ise, dimdik durmuştu.
İsmail: Olayı araştıracağız ve prensesten nişan yüzüğünü alıp en kısa zamanda döneceğiz hakanım, dedi ve selam verip Rafet ile birlikte hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
Daha sonra İsmail ile Rafet gelip verilen görevin başarıldığını söylediler. Temsili nişan yüzüğünü verdiler. Attila ile Honoria, şimdilik nişanlanmıştı. Pek yakında evlenirlerdi.
Ahmet eve gidince olanları annesine anlattı.  Annesi Zübeyde Hanım: Ben sana bravo diyorum da başka bir şey demiyorum. İnanıyorum yazıcılar bunları kaleme alır ve gelecek nesillere ulaştırır. Böylelikle Türk'ün gücü daha iyi anlaşılır.

SON

---------------------------------------------------------

KARINCALAR
Evlerinin bahçesinde gezip eğlenen Ahmet ile Ömer arasında bir tartışma çıktı. Anneleri şimdiye kadar pek çok hikaye anlatmıştı. Ömer, annem, karıncalar hakkında bir hikaye bilmiyordur, dedi.
Bunun üzerine Ahmet: Üstüne bastın kaldır ayağını. Annem, şimdiye kadar tilkidir, kuştur, kartaldır dedik hep hikaye anlatmadı mı? Gel gidelim, anne diyelim, karıncalar hakkında hikaye anlatır mısın? Eğer anlatamazsa ben de ne olayım?
Ömer'in tamam demesi üzerine annelerine gittiler. Anne, karıncalar hakkında hikaye biliyor musun? Biliyorsan anlat. Biz iki çocuk dört kulak seni ilgiyle dinleriz.
Zübeyde Hanım: Aman, çocuklarım! Çok hırslanmışsınız. Şu sandalyelere oturun da size karıncalar hakkında bir hikaye anlatayım.
Ahmet ile Ömer sandalyelere oturunca ayakta duran Zübeyde Hanım ellerini beline dayayıp karıncalar hakkında hikaye anlatmaya başladı: İnsanoğlu dünyada var olmazdan önce karıncalar vardı. Sevecen, hoşgörülü, iyi niyetli yaratıklardı. Kralları, kraliçeleri vardı. Sen ben kavgası yoktu. Kral, kraliçe olduk diye kendilerine saray yaptırmazdı. Halkın parasını ihtiyaçları için, kullanmazdı. Bunların yanında koruması yoktu.  Halkın refah ve mutluluğu için, çalışacaksa kimden, neden korkacaktı?  Neden saray yaptıracaktı? Sarayın etrafına neden kalın duvarlar çektirecekti? Saray içinde ve dışında neden yüzlerce koruma olacaktı?     

Zübeyde Hanım anlatması bitince cebinden mendilini çıkarıp alnında birikmiş terleri sildi. Bir süre sessiz kaldı. Daha anlatacakları vardı da anlatmasa daha iyiydi. Şimdilik bu kadarı yeterliydi. Çocuklar, hikaye burada bitti, dedi. Ahmet ile Ömer, annelerine teşekkür ettikten sonra sokağa çıktı.
Ahmet: Ömer istersen arkadaşları bulup oyun oynayalım. Bu oyunda, ben bir ülkenin padişahı olacağım, sen de başka bir ülkenin kralı olursun. Kesinlikle sarayımız olmayacak, normal bir evimiz olsa yeter. Savaşmayacağız, barış içinde yaşayacağız, dedi.

----------------------------------------------------------

BÜYÜK İSKENDER DE SAKALINI KESTİRİRDİ
Ali Rıza Bey işten döndü. Elini, yüzünü yıkayıp salona geçti. Oğulları Ahmet, Ömer ve Mustafa salona geçip babalarının karşısına oturdu. Oğullarının çevreden ve arkadaşlarından duyduklarına Ali Rıza Bey prim vermiyordu. Bu böyle olmuş, şu şöyle olmuş, tamam da bakalım bunlar doğru mu? Araştırmak lazım. Her söylenene inanmamak gerekir.
Bunun üzerine Ahmet: Baba, bildiğin gibi Osmanlı Ordusu genelde yarısı sakallı, yarısı sakalsız savaşa gidiyor. Arkadaşlar diyorlar, ordunun hepsi sakallı olsa  kaybedilen savaşları kazanırdık.                                                                                                                 
Ali Rıza Bey: Bak oğlum, savaş güç, cesaret ve atılganlık ister. Sakal,  adama bir şey kazandırmaz. Büyük İskender de sakalını kestirirdi. İskender, düşmanlar savaşta rakiplerini sakalından yakaladığı için, askerlerin de sakalsız olmasını isterdi.  Yunanlılar  ve daha sonra Romalılar, Mısır'ı işgal ettiklerinde rahip ve askerlerin saç ve sakallarını traş etmesinden etkilendiler. Yunanlı ve Romalılar da zamanla sakallarını kesmeye başladı.
Bunun üzerine Ömer: Baba yıl 1883. Senin söylediğine göre, ordumuz bu zamandan sonra yapacağı savaşlara sakalsız gitse zafer garanti midir?
Ali Rıza Bey: Bak Ömer, zafer garanti diye bir şey yok. Senin çaban ve kudretin savaşın sonucunu belirler. Daha önceden savaşın sonucu böyledir diye bir durum yok.
Ahmet: Baba, kafa saatinde zamanı ayarlayamadım. Bir örnek vermek istiyorum. Mustafa şu anda iki yaşında. Sence Mustafa'nın yaşayacağı hayat belirsiz mi?
Ali Rıza Bey: Belki de biz Mustafa'nın geleceği hakkında fikir yürütebiliriz. Sizden de çok başarı bekliyorum ama Mustafa'dan da çok başarı bekliyorum. Benim Mustafam büyük adam olacak. Daha önce yüz defa söyledim. Tarihe adını altın harflerle yazdıracak.
Bu sırada salonun kapısı açıldı ve Zübeyde Hanım içeri girdi: Haydi bakalım, nohut pişti tabağa düştü. Sona kalan dona kalır.
Savaşın galip geleni ve yenileni yoktu. Savaş berabere bitti. Önümüzdeki günlerde bu savaşın rövanşı olur muydu bilinmezdi. Şimdi bu savaşçılar kurt gibi acıkmıştı. Nohut yiyerek midesel açlıklarını giderecekleri gibi, konu üzerinde iz sürerek beyinsel açlıklarını gidereceklerdi.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994
9

HİKAYE YAZARI ÖMER SEYFETTİN İLE SERDAR YILDIRIM
Tarih 4-Ağustos-2023 Bursa'da bir kitap mağazasında çok değerli yazarlarımızdan Ömer Seyfettin ile beraberim:  " Sayın Ömer Seyfettin, bakın burası üç katlı bir kitap satış mağazası. İçinde binlerce kitap var.
Ömer Seyfettin: " Ya Serdar, beni buraya neden getirdin? Ben 1920 yılını hatırlıyorum. O zamanlar 36 yaşındaydım. İstanbul'da bir lisede öğretmenlik yapıyordum. "
" Evet doğru, bunları ben de biliyorum ama sizin bilmediğiniz bir şey var. 1920 dediniz. O zamandan şimdiki zamana 103 yıl geçti. 103 yıl sonra siz neredesiniz, hikayeleriniz nerede? "
" Ben o hikayeleri yazdım, durdum. Bir İstanbul gazetesinde bunlar her gün tefrika halinde yayınlanırdı. Biliyor musun Serdar, yurdumuzu düşmanlar istila ettiğinde ben subaydım. Çanakkale taraflarında askeri ciple gidiyorduk. Gökyüzünde bir yazı belirdi. Fethun karib.  ( Çanakkale'ye cephesini ziyarete giden heyeti edebiye içerisinde bulunan Ömer Seyfettin, yolda karşılaştıkları fevkalade bir hadiseyi Müjde adını verdiği hikayesinde anlatmıştır. Gün ağardığında heyet gökyüzünde ince bir duman ile "fethun karib" yazdığını müşahede etmiştir. Fethun karib, yakın bir fetih anlamındadır. ) 1915 yılı başlarıydı. Ne oldu? Neler oldu? Yolda gelirken ben Türküm dedin. Türkiye Cumhuriyeti dedin. Türkiye Cumhuriyeti'ne bravo da Osmanlı ne oldu? Bırak Osmanlı İmparatorluğu'nu Anadolu ne oldu? "

" Mustafa Kemal 19-Mayıs-1919 tarihinde Samsun'a çıktı. "
" Bunu biliyorum. "
" Türk Ordusu ve Mustafa Kemal bir buçuk yıl Sakarya Irmağı doğusunda konuşlandı. Mustafa Kemal onlara savaş öğretti. Türk Ordusu Mustafa Kemal önderliğinde ileri atıldığında yunan askerleri şehirleri, köyleri yakarak kaçtı. Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Tarihe ismini altın harflerle yazdırdı. "
" Mustafa Kemal adını daha önce defalarca duymuştum. Cumhuriyet yıllarına ömrüm vefa etmedi. Şu an çok sevinçliyim ve çok mutluyum. "
" Mustafa Kemal kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. 10-Kasım-1938 'e kadar 15 yıl bu görevini devam ettirdi.  24 Kasım 1934 yılında Atatürk soyadını aldı. Artık O Mustafa Kemal Atatürk'tü. "
" Serdar, Atatürk hakkında kitaplar var mı burada? "   
" Evet var. "

Atatürk kitapları reyonuna gittik ve Ömer Seyfettin'e kitaplarda yazılanları okudum. Her iki dakikada bir Ömer Seyfettin tarafından, Atatürk ayakta alkışlandı. Daha sonra birlikte Ömer Seyfettin kitapları reyonuna yöneldik. İki elime birer kitap aldım. Bakın, dedim, bu kitapta Kaşağı hikayeniz var. Bu kitapta da Kütük hikayeniz bulunuyor.
Ömer Seyfettin: " Vay benim canlarım, ciğerlerim. Aradan 103 yıl geçmiş ve hikayelerim unutulmamış. Bir yazar aradan 50 yıl geçmiş ve hatırlanıyorsa unutulmamış demektir. Artık o yazar olmuştur. Ey Serdar Yıldırım, ben artık yazar oldum mu? "
" Evet oldunuz, hem de çok değerli, unutulmaz bir yazar oldunuz. "
" Yaşasın, ben şimdi çok mutluyum. "
Ömer Seyfettin tansiyon ve şeker hastasıydı. Atina'da 10 ay esir kaldı.  İstanbul'a geldikten sonra tansiyon ilaçları kullanmaya başladı ama şeker ilacı yoktu. 6 Mart 1920 yılında aramızdan ayrıldıktan 2 yıl sonra şeker ilacı icat edildi. Şu şeker ilacını 4-5 yıl önce icat etseydiniz olmaz mıydı? Ömer Seyfettin size nice yeni hikayeler armağan ederdi.

SON
10
Öyküler / Kardeşlik Hikayeleri
27 Ocak , 2024, 19:27:15

SIRTLAN ZOBO
Sırtlan gruplarının dışladığı, aralarında barındırmadığı Zobo adındaki sırtlan bir şehrin çok yakınlarına gelmişti. Çayırın ortasında toparlak bir şey dikkatini çekti. Bu neydi? Zobo, onu kokladı. Burnuyla ittirdi. Yuvarlanıyordu. Biraz daha, biraz daha derken, o yuvarlandıkça, Zobo zevk aldıkça, oyun sürdü. Daha sonra oyunu bıraktı. Yorulmuştu. Çimenlere yattı. Uyuyakaldı.
Zobo gürültüye uyandı. Tatlı tatlı gerindi. Anında gerinmeyi bırakıp büzüştü. Vitesi geri taktı. Geri geri gitti. Az sonra çalıların arasında görünmez oldu. Ama görüyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu dünyanın sahipleri yani insanlar, o yuvarlanan şeyin peşinden koşuyordu. Arada bir durup bağırışıyorlar sonra yine oyuna devam ediyorlardı. Tahta direklerin arasında biri o yanda, biri bu yanda, iki insan sabit bekliyordu. Eğer vuruş direklerin arasından geçerse gool diye bağırıyorlardı. Galiba bunlar iki ayrı takımdı ve maç yapıyorlardı. Bunları düşünürken toparlak şey yuvarlandı ve yanına geldi. Zobo fırladı, topu burnuyla ittirdi, ayaklarıyla vurdu, sahanın ortasına geldi. Zobo'yu görünce önce korkan insanlar, sonra alıştılar. Gol atınca onu alkışladılar. Koştu, koştu, insanlarla çoştu, başroldeydi ve kalıplaşmış bir takım fikirleri kırmak mümkündü.
Sonra insanlar gittiler, Zobo yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde çok bekledi insanlar gelir diye ama kimse gelmedi. Güçlü çenesiyle ısırarak topu patlattı. Ses yüksek frekanslıydı, çok korktu. Hızla koşarak oradan uzaklaştı. Dağlara gitti. İnsan yapısı top patlıyor ve korkutuyordu. Demek ki, insan da patlar ve korkuturdu. Bunun üzerine bir daha insanlarla karşılaşmamaya söz verdi.

SON

---------------------------------------------------------

PANTER
Panterin biri, bir ovanın ortasına bakkal dükkanı açmış. Özellikle su, sulu gıdalar ve et satışları çok oluyormuş. Panter bire almış, ona satmış. Parasına para katmış, zengin olmuş. Ovada yaşayanların eğitim eksikliği panterin dikkatini çekmiş. Bakkal dükkanının karşısına ticaret okulu yaptırmış. Pek çok yavru hayvan bu okulda okumaya başlamış. Ticaret dersine panter girerek ders vermiş. Onlara ticaretin kurallarını, ticarette nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmiş.
Bir yıl sonra okul ilk mezunlarını vermiş. Yavru ayı, yavru kurt, yavru tilki... şimdi kocaman olmuşlar. Mezun olur olmaz ovadaki tek ticarethane olan bakkala yönelmişler. Panter, suyu, eti kaça alıp kaça satıyor, araştırmışlar. Okulun masraflarını karşılamak için, karını giderek artıran ve bire alıp yirmiye satmaya başlayan panterden şikayetçi olmuşlar. Orman mahkemesi panteri suçlu bularak hapse atmış. Panterin ilk ziyaretçileri öğrencileri olmuş. Toplu halde gelen öğrenciler panterden özür dilemişler. Panter onları sessizce dinlemiş.
Ertesi gün panteri odasına çağıran hapishane müdürü, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, deyince, panter, ne demezsin, demiş. Hem biraz fazla iyi yetiştirmişim. Ticaret gelişsin, bölge kalkınsın derken, bu gidişle ticaret yok olacak.
Hapishane müdürü:  " Yok canım, öğrencileriniz bakkalı işleteceklermiş. Ticaret neden yok olsun? "
Panter:  " Bakın ben sıfırdan zirveye çıktım. Sıkıntılar yaşadım, fırtınalara göğüs gerdim. Onlar hazıra kondular. Paraşütle zirveye çıktılar. Küçük bir esinti karşısında direnemezler. Zirvede tutunamazlar. "
Aradan bir ay geçmemiş. İflas eden bakkal dükkanı kapısına kilit vurmuş. Okul zaten kapanmış, öğrenciler dağılmış. Kuraklığı yaşayan ovada bir damla suya hasret kalınmış. Ova mahkemesi davayı gözden geçirmiş ve panteri serbest bırakmış. Panter bakkal dükkanını yeniden açmış. Dükkan müşterilerle dolup taşmış. Panter kar marjını artırarak bire alıp elliye satmaya başlamış.
Panter okulu da açmış. Yeni öğrencilerine ticaret dersi vermeye başlamış. Derslerinde girişimci olmanın yararlarını ve girişimcinin korunması gerektiğini vurgulamış. Bir daha panteri hiçbir öğrencisi şikayet etmemiş.

SON

----------------------------------------------------------------

ANNE KANGURU
Bir kanguru varmış. Kesesinde yavrusunu taşırmış. Zamanla yavru büyümüş, keseye zor sığar olmuş. Ayrılık vakti gelmiş, çatmış.
Anne kanguru: " Benim güzel yavrum, artık büyüdün, kocaman oldun. Ayrılacağız, sen yoluna ben yoluma. "
Bunun üzerine yavru kanguru: " Anne, ne olur beni bırakma. Ben sensiz ne yaparım? "
Anne kanguru: " Ama canım, ben senin kadarken çoktan yalnız kalmıştım. Canımı dişime taktım, zorlukları alt ettim, hayatın kötülüklerine göğüs gerdim. Savaştım ve kazandım. "
" Anneciğim, canım benim. Ne olur, bir süre daha seninle kalayım. Gelişeyim, güçleneyim. O zaman hızlı koşarım. Dingolar, ( Avusturalya'da yaşayan bir köpek türü. ) beni yakalayamaz.
" Güzeller güzeli, Esat'ım benim. Aman, ağzından rüzgar alsın. Seni dingolara teslim etmem. Gerekirse birkaç ay daha sana bakarım. "
Ertesi gün yavrusuyla birlikte otlamakta olan anne kanguru ilerden gelmekte olan dingoları görmüş. Dingolar geliyor deyince yavru kanguru annesinin kesesine girmiş. Hızla kaçmaya başlayan anne kangurunun peşine dingolar takılmış. Giderek yaklaşmakta olan dingolardan kurtulamayacağını anlayan anne kanguru, yavrusuna şöyle demiş:  " Esat, dingolar yaklaşıyor. Şu köşeyi dönünce ağaçların arasına seni bırakacağım. Yere yat, sessizce bekle. Ben peşimdekilerden kurtulunca seni almaya gelirim. "
" Tamam oldu. "
Biraz sonra hafifleyen anne kanguru dingolarla arasını giderek açmaya başlamış. Sonunda dingolar, anne kangurunun peşini bırakmışlar. Anne kanguru çok uzaklardan geniş bir yay çizerek yavrusunu bıraktığı yere sabaha karşı gelebilmiş. Aramış, taramış, çalı diplerine, ağaç kovuklarına bakmış, bağırmış, yavrusu yokmuş. Günler sonra yavrusunu bulmaktan ümidini kesmiş ve ağlayarak bölgeyi terk etmiş. Yavrusunu başka bölgelerde arayacakmış.
Annesi Esat'ı bırakalı birkaç saat olmuştu ki, oradan geçmekte olan kanguruların kralı, Esat'ı görmüş ve yanına almış. Yavrusu olmayan kral, Esat'ı tahtının varisi olarak yetiştirecekmiş.
Böylece aradan on yıl geçmiş. Yaşlanan kral tahtını Esat'a bırakmış. Esat, kral olmuş. Kanguruları doğruluk ve adalet ilkelerine bağlı kalarak yönetmeye başlamış.  Kralın evlatlığı Esat'a tahtını bıraktığı haberini duyan anne kanguru çok heyecanlanmış. Yeni kral acaba onun yavrusu olabilir miymiş? Adı da yaşı da aynen tutuyormuş.
Anne kanguru saraya gitmiş. Görevlilere durumu anlatmış. Görevliler, olanları krala söyleyince kral hızla koşarak saray kapısında yaşlı gözlerle bekleyen annesine sıkıca sarılmış.
Esat uzun yıllar krallık yapmış. Annesini yanından ayırmamış. Bu zaman süresince kangurular çoğalmışlar. Dingolarla çetin bir uğraş içine girmişler ve onları yenmişler. Sayıları azalan dingolar, uzak diyarlara göç etmişler. Böylelikle kangurular dingo korkusu olmadan yaşamaya başlamışlar.

SON

-------------------------------------------------------------------

LAMA VE PUMA
Güney Amerika Kıtası'ndaki And Dağları'nda bir lama yaşıyormuş. Bu lamanın adı Heman'mış. Heman bazen sürüyle birlikte otlar, bazen yalnız gezermiş. Hayat güzelmiş, yaşamak güzelmiş, otlamak güzelmiş. Nereden gelmiş bilinmez bir puma ( Dağ aslanı ) ortaya çıkmış. Puma avlanmaya başlamış. Lamalar sağa sola kaçışmışlar ama puma her defasında bir lamayı yakalamış.  Lamalarda bir korku, bir telaş; geceleri bile uyuyamaz olmuşlar. Bir pumanın karnı doyacak diye yüz lama can pazarında, doğru mu bu?
Aradan yıllar geçmiş. Puma belası birkaç günde bir tepedeki mağarasından inerek lamaları avlamış. Son yedi yılda yedi yavrusu olan Heman'ın yavrularını puma almış. Heman, seneye yavrulamak istemiyormuş. Nasılsa puma kapacak diye öteki lamalara da yavru yapmamalarını söylemiş. Belki o zaman puma açlıktan ölürmüş.
Günlerden bir gün Heman tepedeki mağaranın önünde oynaşan dört puma yavrusu görünce, bela bir iken yakında beş olacak. Bunlar bir büyürse vah bana, vahlar size, demiş arkadaşlarına. Yandık ki hem ne yandık, soyumuz kuruyacak, demiş arkadaşları.
Bir yıl sonra avlanmaya başlayan beş puma kısa sürede lamaları kırıp geçirmiş. Geriye sadece Heman kalmış. Heman koşarak zirveye çıkmış. Ulu Kartal Kondor'a seslenmiş. Kondor gelmiş. Heman olanları anlatmış. Yardım dilemiş. Kondor, Heman'a acımış. Dileğini kabul etmiş. Sonraki günlerde pumaları birer birer avlamış.  Heman oralardan çok uzaklara giderek başka bir lama sürüsüne katılmış. Aradan zaman geçmiş bir yavrusu olmuş. Pumasız ortamda yavrusunu büyütmüş. Birlikte kırlarda özgürce koşup oynamışlar.

SON


11
Öyküler / Karagöz İle Hacivat: Harami
27 Ocak , 2024, 19:24:58

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HARAMİ
Hacivat pencereye çıkar ve karşı mahalledeki evinin bahçesinde bulunan Karagöz'ün üstüne atlar. İkisi birlikte yere yuvarlanır. Aralarında boğuşma başlar. Daha sonra Hacivat ayağa kalkar. Karagöz yerdedir ve gözleri kapalı durumdadır. Buna karşın, sağa sola yumruklar, tekmeler savurmaktadır. Hacivat, Karagöz'ün omzuna, koluna dokunarak uyarmak ister ama durmadan bağırıp çağıran Karagöz'dür.
-- Beş değil on olsanız hakkınızdan gelirim. Haramiler sizi. Adama evinin bahçesinde bile rahat yok.
Hacivat: Karagözüm, ben geldim. Eski dostun Hacivat'ı nasıl tanımazsın?
Karagöz: De git harami başı! Elleme kolumu, bacağımı.
Hacivat: Karagöz, Karagöz kapkaragöz
                Sen dediğimi yap Karagöz
                Tekme, yumruk atma Karagöz
                 Aç gözünü bak Karagöz.
Hacivat'ın sesini duyan Karagöz önce sol sonra sağ gözünü açar. Hacivat'tan başka kimseyi göremez. Ayağa kalkar. Sen de kimsin böyle, diye sorar.
Bunun üzerine Hacivat: Aman Karagözüm, beni nasıl tanımazsın? Hacivat adını nasıl unutursun?
Karagöz: Hacivat mı? Hacivat adında bir arkadaşım yok benim.
Hacivat: Ama benim Karagöz adında bir arkadaşım var.
Karagöz: Olmaz olsun senin gibi arkadaş der, yerdeki kazmayı alır ve Hacivat'ın üstüne yürür. Uzun süre kovalar. Sonunda Hacivat bahçe duvarından atlayıp kaçar. Altı ay Karagöz'ün adını anmaz.

-----------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: KAPLAN VE ASLAN
Karagöz ile Hacivat hayvanat bahçesinden birer kaplanla aslan yavrusu satın alırlar. Evlerinin bahçesine yaptıkları demir kafeste besleyip büyütürler. İki yıl sonra Karagöz kaplanını, Hacivat aslanını kapıştırır. Kaplanla aslan, alt alta, üst üste mücadeleye başlar.
Hacivat: Aslanım, o kaplanı parçala, ez, diye bağırır.
Bunun üzerine Karagöz: Haydi, güçlü kaplanım, bir vur, bir de yer vursun, diye bağırır.
Hacivat: Sen ne diyorsun Karagözüm, yer senin kaplanı vurdu. Bak sırtı yerden kalkmıyor.
Vay, sen bana bunu nasıl dersin, diyen Karagöz, Hacivat'ın üstüne atılır, boğuşmaya başlarlar. Onların boğuştuğunu gören kaplanla aslan kavga etmeyi bırakıp Karagöz ile Hacivat'ı ayırır.
Kaplan, Karagöz'e: Olur mu ağam, neden kavga edersiniz? Bizi birbirimize düşürdünüz iyi de siz niye vuruşursunuz?
Karagöz: Hacivat, bak duydun mu? İlk sen başlattın.
Hacivat: Hayır, Karagözüm. Ben aslanımı gayrete getirmeye çalıştım. İlk sen saldırdın.
Aslan, Hacivat'a: Olmaz ki beyim, siz kavga etmeyin. Sadece bizi seyredin.
Hacivat: Bizim kavga etmeye hakkımız yok mu?
Aslan: Var tabi ama siz sahiden vuruyorsunuz.
Hacivat: Biz sahiden vuruyoruz da siz şakacıktan mı vurdunuz?
Aslan: Tabi şakacıktan. İlk kapışınca konuştuk, danışıklı dövüştük. Pençemizi hızlı kaldırıp en yavaşımızla vurduk.
Aslanın sözleri üzerine Karagöz kaplana döner. Kaplanım, ne diyor bu? Doğru mu bütün bunlar?
Kaplan: Aslanın dediği her bir şey doğrudur. Pençe sert inerse kafada oluşan şey ağrıdır.
Karagöz: Bravo lan kaplan, sonunda galip geldin ya. Ben seni iki yıl şu Hacivat'ın aslanını yen diye tavuk suyu çorbalarla besledim.
Hacivat: Nee? Tavuk suyu çorba mı? Ama kaplan et yer. Tavuk eti de yer ama tavuk suyu çorba ne alaka?
Karagöz: İşin sırrı burada. Herkesin aklı ermez. Sanki sen neyle besledin şu aslanı?
Hacivat: Etle ve sütle. Eti kasaptan, sütü mandıradan özel getirdim. Sonuçta, benim aslan senin kaplanı çarptı, geçti.
Yalan söylersen ben seni çarparım, diyen Karagöz yine Hacivat'ın üstüne atılır. Tekmeler, yumruklar havada uçuşur. İkisi birlikte yere yuvarlanır. Bir süre sonra yorulan ve dövüşmeyi bırakan Karagöz ile Hacivat'ı kaplan ile aslan kucakladıkları gibi evlerine götürür.
Karagöz'ün Hanımı: Ne oldu buna? Attan mı düştü, diye sorunca kaplan, Hacivat'ı dövdü, der.
Karagöz'ün Hanımı: Pek dövdüye benzemiyor ya neyse. Yatır şu yatağa uyusun, der. Kaplan, Karagöz'ü yatağa yatırır ve bahçeye çıkar. Derin bir nefes alır. İki yıldır şu bahçedeyim, böyle değişik bir gün yaşamadım, diye düşünür. Bugün sakin geçen günlerimin değerini daha iyi anladım.
Diğer tarafta Hacivat'ın Hanımı: Aslan, kim o? Hacivat mı? diye sorar.
Aslan: Evet Hacivat, Karagöz'ü yerlerde sürükledi.
Hacivat'ın Hanımı: Bu mu Karagöz'ü sürükledi? Üstü toz, toprak içinde. Tanıyamadım, der. Götür odasına yatır.
Hacivat'ı odanın ortasında yere yatıran aslan bahçeye çıkar. Yandık ki hem ne yandık. Kavgadan gürültüden hoşlanmıyorum. Bu Hacivat Karagöz'le kanlı bıçaklı olmuş. Her gün kavga etmeden duramazmış. Beni de kendi gibi kavgacı yapacak. Kaplan ile beni her gün dövüştürürse yandım ki hem ne yandım.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: AKREP
Hacivat: " Selam Karagözüm, bana bir akçe borç verebilir misin? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Bana bir akçe borç verebilir misin, dedim. "
Karagöz: " Nerde bende bir akçe? O kadar param olsa burada işim ne? "
Hacivat: " Aman Karagözüm, hayatımda ilk defa birinden borç istedim. "
Karagöz: " Kimden borç istersen iste. "
Hacivat: " Senden istedim. Bir akçe. "
Karagöz: " Bende akçe falan yok. "
Hacivat: " Yarım akçe. "
Karagöz: " Yok. "
Hacivat: " On kuruş da mı yok? "
Karagöz: " Kuruş yok. "
Hacivat: " Vardır, ceplerini karıştır, vardır. "
Karagöz: " Al karıştırayım. Of anam, elimi bir şey soktu. Akrep? "
Hacivat: " Akrep mi? Yere at, üstüne bas. "
Karagöz: " Attım ve bastım. Parmağım yanıyor, Hacivat. "
Hacivat: " Parmağını sık, zehir çıksın. "
Karagöz: " Of of.. "
Hacivat: " Tamam zehir çıktı. Korkma Karagözüm, bir şey olmaz. Zaten akrep küçüktü. "
Karagöz: " Akrep küçük ama acısı büyük. Tabi akrep seni sokmadı. "
Hacivat: " Senin cebinde akrebin işi ne? "
Karagöz: " Bilmem. Git akrebe sor. "
Hacivat: " Cimri olanın cebinde akrep olur derler. "
Karagöz: " Sen şimdi bana cimri mi diyorsun? "
Hacivat: " Yok, lafın gelişi öyle söyledim. "
Karagöz: " De git Hacivat, tepemin tasını attırma şimdi. "
Karagöz'ü daha fazla kızdırmak istemeyen Hacivat koşar adım oradan uzaklaşır. "

---------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SAKALLI BEBEK
Karagöz: Hacivat, biliyor musun, Yaşar bana bugün bebek dedi. 
Hacivat: Yaşar kime bebek dedi.
Karagöz: Bana dedi, bebek dedi.
Hacivat: Yaşar şimdi kaç yaşında?
Karagöz: Benim oğlan üç yaşında.
Hacivat: O yaşta bir çocuk herkesi bebek görebilir.
Karagöz: Ama aynaya baktım. Çok gencim. Yüzüm tertemiz. Aynen bir bebek.
Hacivat: Tabi canım, sakallı bebek.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ'ÜN YAZDIĞI ŞİİR
Dünyaya geldim almaya nefes
Yaptırdım ben bir güvercin kafes

Komşular gördü olur dediler
Şu Karagöz ne de cin dediler.

İki güvercin aldım pazardan
Bakmaya başladım heyecandan

Köse geldi bana olmaz dedi
Böyle güvercin bakılmaz dedi.

Güvercinleri korumak gerek
Kafese bir kedi koymak gerek

Dediğini yaptım ben kösenin
Kedi koydum içine kafesin.

Sabaha baktım kafes tüy dolu
Nedir bu kafesin böyle hali.

Dedim kedi, nerede güvercinler
Dedi kedi, onları yedim ben.

Dedim alacağın olsun, köse
Şimdi beni güldürdün herkese.

Yakaladım köseyi pazarda
Kapadım kediyle bir odada.

Dedim kedi, ye sen bu köseyi
Dedi kedi, yenmiş bil köseyi.

Kapıyı kilitleyip gittim ben de
Çok keyifliyim, neşem yerinde.

Üç gün sonunda kapıyı açtım
Odada köseyle karşılaştım.

Kedi ortada yok köse yemiş.
Dostlarım, ben bu işe çok şaştım.

-------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HAMAMA GİREN TERLER
Karagöz: Dün salı hamamına gittim. Çok soğuktu. Üşüdüm.
Hacivat: Olur mu Karagözüm, hamamda üşünmez. Hamama giren terler, derler.
Karagöz: Ama ben hamama gittim. Üşüdüm.
Hacivat: O zaman hamamcı külhanı yakmamış.
Karagöz: Külhan hamamı yakmamış mı? Keşke yaksaydı da hamam kül olsaydı.
Hacivat: Öyle demedim Karagözüm, hamamcılar külhanı yakar. Odun ateşinde hamam ısınır. Kirin kabarınca kese olursun.
Karagöz: Kirim kabarmadı. Çeşmelerden akan su soğuktu.
Hacivat: Ben o hamamı bilirim. Galiba sen erken gittin. Külhandaki ateş harlamamıştır.
Karagöz: Külhan ateşi yakmış, hamam kül olmuş. Demek ben çıktıktan sonra hamam yandı.
Hacivat: Hamam falan yanmadı. Uyduruyorsun Karagözüm.
Karagöz: O zaman hamam külhanı yakmış.
Hacivat: Yanma yok. Hepsi yalan, uydurma. İnsanları kandırıyorlar.
Karagöz: Beni kimse kandıramaz. Hamam yanmış mı? Külleri savrulmuş mu?
( Hacivat konu kapansın diye mecburen he der. )
Hacivat: He yanmış, külleri savrulmuş.
Karagöz: Savrulmuş külleri, ötmez bülbülleri.
Hacivat: ....
Karagöz: Hamamın külleri, öttü bülbülleri.
Hacivat: ....
Karagöz: Hamamın bülbülleri, öttü külleri.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
12

KARAGÖZ İLE HACİVAT: İKİ ELİN NESİ VAR
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: Dur Karagözüm, nereye böyle?
Karagöz: Oh, sen miydin Hacivat. Ben de seni arıyordum.
Hacivat: Beni mi arıyordun?
Karagöz: Evet, sizin eve gidiyordum.
Hacivat: Bizim eve mi? Ama bizim ev o tarafta değil ki.
Karagöz: Ya ne tarafta?
Hacivat: Bu tarafta. Ters yöne gidiyorsun.
Karagöz: Ters yöne mi?
Hacivat: Belki de az önce bizim evin önünden geçtin.
Karagöz: O zaman beni neden uyarmadın?
Hacivat: Aman Karagözüm, evde değildim ki.
Karagöz: Bir daha aradığımda evde ol.
Hacivat: Sen de aradığında haber ver. Eve gelirim.
Karagöz: Hacivat, bugün bir atasözü öğrendim.
Hacivat: De bakalım , söyle.
Karagöz: Bir elin nesi var, iki elin takkesi var.
Hacivat: Böyle atasözü olmaz.
Karagöz: Nasıl olmaz, var işte.
Hacivat: Sen bunu kimden duydun, Karagözüm?
Karagöz: Adamın biri söyledi.
Hacivat: Söylemiş ama yanlış söylemiş, sonu yanlış.
Karagöz: Sonu mu yanlış? Bir elin nesi var, iki elin tekkesi var.
Hacivat: Yanlış.
Karagöz: İki elin teknesi var.
Hacivat: Takkesi, tekkesi, teknesi falan yok.
Karagöz: ....
Hacivat iki elini birbirine vurur. ( Hani clap, clap )
Karagöz: Buldum, iki elin alkışı var.
Hacivat: Çok yaklaştın, alkışı ses olarak söyle. İki elin sesi gibi.
Karagöz: Buldum. Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
Hacivat: Hah, şimdi doğru söyledin. Değil mi ya? Doğrusu bu.
Karagöz: Ben onun öyle olduğunu biliyordum. Kafamı karıştırmasan doğrusunu söylerdim.
Hacivat: Kafanı ben mi karıştırdım?
Karagöz: Artık size gitmeme gerek kalmadı. Gitsem de evde bulamazdım. Belki yarın bulurum seni. Haydi, hoşça kal, Hacivat.
Hacivat: Güle güle Karagözüm.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SÜR EŞEĞİ BURSA'YA
Hacivat, Karagöz'ün kapısını çalar. Karagöz kapıyı açar.
Hacivat: Selam Karagözüm, gel tartışalım.
Karagöz: Taşlaşalım mı? Ne gerek var. Hangi taş büyükse git kafanı ona vur.
Hacivat: Öyle demedim. Tartışma başlatalım yani münakaşa edelim.
Karagöz: Münaşaka ne demek? Cevizli lokum olmasın?
Hacivat: Yok pastırmalı yumurta.
Karagöz: Paspaslı yumurta mı? Yumurta paspasın üstünde mi pişti?
Hacivat: Hayır, laf olsun diye bir şeyler söyle. Fikir yarıştıralım.
Karagöz: Ha öyle söylesene. Geçti İnegöl'ün pazarı sür eşeği Bursa'ya.
Hacivat: Kırk yılda bir laf ettin ama doğrusunu söyleyemedin.
Karagöz: Yanlış laf ettiysem, doğrusunu sen söyle?
Hacivat: Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye.
Karagöz: Sen zor gidersin eşekle Bursa'dan Niğde'ye.
Hacivat: Bursa'dan Niğde'ye neden gideyim?
Karagöz: Demin dedin ya geçti Bursa'nın pazarı sür eşeği Niğde'ye.
Hacivat: Bravo sana, tartışmayı nereden nereye sürükledin.
Karagöz: Öyle olduğu doğrudur. Adım Karagöz. Adamı gözünden anlarım. Değer biçerim.
Hacivat: Bana ne değer biçtin, hemen söyle?
Karagöz: Benim paramla beş para etmezsin.
Hacivat: O zaman dört para ederim. Ama sen benim gözümde hiç para etmezsin.
Seni gidi beni bilmez seni diyen Karagöz Hacivat'ın üstüne hamle yapar. Hacivat geri dönüp kaçmaya başlar. Karagöz peşinden koşar ama yetişemez. Daha sonra Karagöz evine döner.

-------------------------------------------------------------   

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SAKSI
Hacivat: Karagözüm, senin evde fazla saksı var mı?
Karagöz: Evde sakız var.
Hacivat: Sakız değil, saksı. Çiçek dikecektim.
Karagöz: Saksıya çilek mi dikeceksin?
Hacivat: Saksıya çilek dikilmez.Çilek bahçeye dikilir.
Karagöz: Senin bahçe çilek dolu o zaman.
Hacivat: Yok Karagözüm, ne çileği ne bahçesi?
Karagöz: Çilek kokulu çilek, bahçe armut bahçesi.
Hacivat: Armut da nereden çıktı?
Karagöz: Hamam kesesinden çıktı.
Hacivat: Hamam kesesinden ne çıktı?
Karagöz: Örümcek.
Hacivat: Örümcek mi çıktı?
Karagöz: He ya örümcek.
Hacivat: Örümcek sonra ne oldu?
Karagöz: Kaçtı, yakalayamadım.
Hacivat: Bir daha kaçırma?
Karagöz: Neyi kaçırmayayım?
Hacivat: Keçileri şey yani örümceği.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: EN BÜYÜK KARAGÖZ
Hacivat gelir, kapıyı çalar. Karagöz pencereye çıkar.
Hacivat seslenir: Karagözüm, senin evde çaydanlık var mı?
Karagöz: Gerdanlık hanımın boynunda.
Hacivat: Hanımın boynunda olan nedir?
Karagöz: Gerdanlık. Var mı diye sordun ya.
Hacivat: Gerdanlık demedim, çaydanlık dedim. Anla işte misafir geldim.
Karagöz: Safir gerdanlık mı? Bizimkisi o kadar pahalı değil.
Hacivat: Aç Karagözüm, aç
                 Hemen kapıyı aç
                 Çay demle içelim
                 Sohbet edelim.
Karagöz pencereden Hacivat'ın yanına atlar.
                 Sus, Hacivatım sus
                 Hemen şimdi sus
                 Kavgalıyız hanımla
                  Anla halimden.
Halden anlayan Hacivat koşar adım oradan uzaklaşır. Karagöz duvardan tırmanır, pencereden eve girer.
Karagöz'ün Hanımı sorar: Kimdi o, Hacivat mıydı? 
Karagöz: He ya Hacivat. Gelmiş kafa ütülüyor. Neşesi yerinde. Tuzu kuru tabi.
Hanımı: Onun tuzu kuru da seninki yaş mı?
Karagöz: Aramızda iki yaş fark var. Ben büyüğüm!
Hanımı: Sen herkesten büyüksün. Haydi, gel sofraya. Şu bulguru kaşıkla, daha da büyü.
Karagöz sofraya oturur. Bulgura çala kaşık girişir. Bir tencere bulgur pilavını bitirir. Üstüne yayık ayranı içer. Sonra yatar uyur. Bu güzel hikaye de burada sona erer.

-----------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: ÇAM YARMASI
Ayla ile Bursa Kapalı Çarşı'da Kozahan'a gittik. Çay bahçesine oturduk, çay içiyorduk. Ayla cep telefonumla bir fotoğrafını çekeyim, dedi. Çekti. Bir daha, bir daha çekti. Fotoğrafını  Facebook'a koyayım, dedi. Ben, tamam, dedim. Fotoğrafın altına çam yarması ile birlikteyim, diye yaz. Bu sırada Karagöz ile Hacivat yanımıza gelmiş de haberimiz yokmuş.
Karagöz: Çam yarması değil de biber dolması yaz, dedi.
Hacivat: Olur mu Karagözüm, patlıcan musakka yazsın.
Karagöz: En iyisi yaprak sarması yazsın.
Bu müthiş ikili beni dolmalara doldurdular, yapraklara sardılar. Oysa benim çorbam iyi olur, deyince kahkahalarla güldüler. Ayla da onlarla birlikte güldü. Karagöz ile Hacivat gidince Ayla, iyi ki geldiler, bize neşe verdiler, dedi. Bu hikaye de burada bitti.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SATILIK AKIL
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Karagöz: Selam Hacivat.
Hacivat: Selam Karagöz.
Karagöz: Hacivat bana on akçe borç versene.
Hacivat: Aman Karagözüm, on akçeyi ne yapacaksın?
Karagöz: Pazarda adamın biri, kiloyla akıl satıyor.
Hacivat: Akıl para ile satılmaz.
Karagöz: Ya ne ile satılır?
Hacivat: Akıl doğuştandır, sonradan elde edilmez.
Karagöz: Kilosu bir akçe.
Hacivat: Senin aklın var ya Karagözüm.
Karagöz: Var ama yetmiyor. Daha akıllı olmak istiyorum.
Hacivat: Alıp da faydasını gören var mıymış?
Karagöz: Köylü tarlada ırgatmış. Akıl almış, okumuş, kadı olmuş.
Hacivat: Başka.
Karagöz: Adamın oğlu akılsızmış. Oğluna akıl almış. Şimdi çalışıyormuş, yakında evlenecekmiş.
Hacivat: Vay canına!  Doğru mu bütün bunlar?
Karagöz: Doğru. Komşularıyla konuştum.
Hacivat: Olay gerçek ha.
Karagöz: Yürü Hacivat, bitmeden  şu akıldan alalım.
Hacivat: Bana bir kilo al, kendine de bir kilo al.
Karagöz: Yetmez, bana bir kilo yetmez. On kilo alacağım.
Hacivat: On kilo mu? Sen o kadar akılla aya gidersin.
Karagöz: Aya da giderim, güneşe de giderim. Yeter ki daha akıllı olayım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
13


KARAGÖZ İLE HACİVAT: KARAGÖZ BİLMECE SORUYOR
Karagöz: Hacivat bir bilmecem var.
Hacivat: Sor Karagözüm, sor da bileyim.
Karagöz: Bir elin sesi var, iki elin nesi var.
Hacivat: Bilmeceyi yanlış sordun. Bir elin nesi var, iki elin sesi var diyecektin.
Karagöz: Laf kalabalığını bırak Hacivat. Sen benim sorduğuma cevap ver.
Hacivat: Bir elin sesi olmaz ki.
Karagöz: Olmaz mı? Bak orta parmak baş parmak nasıl da şıklıyor.
Hacivat: Ama bu atasözü, değişmez ki.
Karagöz: Değişti işte. Atasözüydü oldu şimdi Karagöz sözü.
Hacivat: O zaman bilmecenin cevabı ne?
Karagöz: Hay kabak kafa. İki elin nesi alkıştır, alkış.
Hacivat'ın sarımsak yemiş bülbüle döndüğünü gören Karagöz bu fırsatı kaçırmak istemez. Hacivat'ı perişan etmeye kararlıdır.
Karagöz: Bir diğer bilmecem de şu: Ak akçe ne içindir?
Hacivat: Bundan kolay ne var. Ak akçe kara gün içindir.
Karagöz: Bilemedin.
Hacivat: Ne bilemedim mi?
Karagöz: Ak akçe Karagöz içindir.
Beyninden vurulmuşa dönen Hacivat'ın gözlerinin karardığını gören Karagöz, O'nu tutar, yavaşça yere oturtur. Biraz kendine gelince yeni bir bilmece sorar:  Çivi çiviyi ne yapamaz?
Hacivat: Soruyu yanlış sordun. Çivi çiviyi ne yapar diyecektin. Çivi çiviyi söker.
Karagöz: Bunu da bilemedin. Çivi çiviyi sökemez.
Hacivat: Sökmesi gerekir.
Karagöz hazırlıklı gelmiştir. Cebinden iki çivi çıkarır. Birini yerdeki taşla tahtaya çakar. Öteki çiviyle uğraşır, çiviyi sökemez.
Hacivat sağa sola bakar. Bir tanıdık gelse de şu Karagöz'ün dilinden beni kurtarsa der. Gelen giden yoktur. Su almış kayık gibi yan yatmış Hacivat'ın yanına çömelen Karagöz son darbeyi vurur:   Söyle bakalım Hacivat: Kendi düşen ne yapar.
Zorlukla konuşan Hacivat: Kendi düşen ağlamaz, der.
Karagöz: Hayır, kendi düşen ağlar. Dün benim oğlan koşarken düştü ve ağladı.
Bunun üzerine Hacivat sırtüstü düşer. Bayılmıştır. Karagöz savaş kazanmış bir komutan edasıyla omuzlarını gerer, Hacivat'ı orada bırakır ve evinin yolunu tutar.

-----------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: GEL KEŞKÜL YİYELİM
Hacivat Karagöz'ün evinin kapısını çalar, Karagöz kapıyı açar.
Hacivat: Aman Karagözüm, koş gel. Hanım keşkül pişirdi. Gel keşkül yiyelim. Ağzımız tatlansın dilimiz ballansın.
Karagöz: Yazın şu sıcağında Eşkel'de ne işin var?
Hacivat: Eşkel demedim Karagözüm, keşkül dedim. Keşkül pişti, soğuk düştü. Gel bize keşkül yiyelim.
Karagöz: De git Hacivat, iyi diyorsun da ben yüzme bilmem ki.
Hacivat: Eşkel'i boş ver, keşküle gel. Gel Karagözüm, gel gel.
Karagöz: Eşkel'e gideriz, gezip döneriz. Yüzme bilmem, denize girmem. Bunu iyice kafana sok.
Hacivat: Senin için, balık gibi yüzer dediler.
Karagöz: Gençken öyleydi, sonradan yüzmeyi unuttum.
Hacivat: Ama yüzme unutulmaz ki.
Karagöz: Unuttum diyorsam unutmuşumdur. O kadar.

--------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: TAHTA KAŞIK
Hacivat Karagözün evinin önüne gelir:
" Aman Karagözüm, koş gel. Pazardan tahta kaşık aldım. "
Karagöz pencereye çıkar: Bizim evde bulaşıkları hanım yıkar.
Hacivat: " Aman Karagözüm, koş gel. Tahta kaşıklar bak gel. "
Karagöz: " De git Hacivat, bulaşıkları yıkıyorsan kime ne. "
Hacivat: " Bulaşık demedim, kaşık dedim. Pazardan tahta kaşık aldım. "
Karagöz: " Tahta kurusunu kaşıkla mı ezdin? O kaşıkla bana yemek mi yedireceksin?
Hacivat: " Aman Karagözüm, etme eyleme. Ben öyle bir şey söylemedim. "
Karagöz: " Seni gidi beni bilmez. Çağırayım zaptiyeleri de seni falakaya yatırsınlar. "
Hacivat: " Dur, zaptiyeleri çağırma. Gel bize gidelim, ayran içelim. "
Karagöz: " Lafı karıştırma, bayrama daha çok var. "
Hacivat: " Yeni halı aldım, üstünde yatarız. "
Karagöz: " Demek beni çalı üstünde yatıracaksın? Her yanıma diken batar. "
Hacivat: " Pazardan iki tavşan aldım. Görmeye gidelim. "
Karagöz: " Pazar günü Keşan'a mı gidiyorsun? "
Hacivat: " Şey yani evet, dayım hastalanmış. "
Karagöz: " O zaman bir an önce git. Hasta ziyareti deyince akan sular durur. "
Hacivat, Karagöz'ün evinin önünden koşar adım uzaklaşır. Geçen sene Karagöz'ün çağırmasıyla gelen kendisini falakaya yatıran zaptiyeler aklına gelir. Tabanları sızlar. Bırak iki günü iki ay Karagöz'ü arayıp sormaz.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: GÜREŞ
Hacivat: " Gel Karagözüm, güneşlenelim. Öğle sıcağı iyice bastırdı. "
Karagöz: " Güreşelim mi? Tamam güreşelim. "
Hacivat: " Güreşelim demedim, güneşlenelim dedim. "
Karagöz: " Ben senden korkmam Hacivat. Yoksa sen benden korktun mu? "
Hacivat: " Ben hiçbir şeyden korkmam bilirsin. Sen benden korktun mu? "
Karagöz: " Bre Hacivat, senden niye korkayım? 60 kilo ya çekersin ya çekmezsin."
Hacivat: " Doğru korkmazsın. Yıllar önce şu Pınarbaşı Meydanı'nda 70 kiloluk halinle 120 kiloluk Hulusi'yi paramparça ettiğini gözlerimle gördüm. "
Karagöz: " Az görmüşsün. Ne insan azmanlarına şu meydanın çimenlerini yoldurdum. "
Hacivat: " Keşke geçmişe dönebilsem ve senin güreşlerini seyredebilsem. "
Karagöz: " Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük güreşçisi benim. "
Hacivat: " Onun orası öyle de gelecekte seni pes ettirecek güreşçiler çıkar. O güreşçi seni hamur gibi yoğururken hiç yalvarma Hacivat gel kurtar beni diye. "
Ben kimseye yalvarmadım sana mı yalvaracağım diyen Karagöz, Hacivat'ın elini yakalar. Hacivat gözlerini kapatır. Karagöz kaldırdığı gibi Hacivat'ı yere vurur. Yaz günü taşlaşmış topraktan bir toz bulutu yükselir. Hacivat'ı yerde hareketsiz gören adamlar, yardıma koşar. Hacivat'ı kucakladıkları gibi yakındaki  hekimin evine kuş gibi uçururlar. Hekim , Hacivat'ın göğsünün sol tarafına uzun süre baskı yapar ve sonunda Hacivat kendine gelir. Etrafına bakınır, Karagöz orada yoktur:  " Aman ağalar, Karagöz'e güneşlenelim dedim, güreşelim, dedi. Sonunda beni bu hale getirdi. Bunun gençliğinde bir boğayı kaldırdığını gördüm. Boyu iki buçuk arşındır. ( 1.70 cm. ) Ama bir o kadar da yeraltında vardır. Karşısına çıkacak olanlar bunu iyice düşünsün. "

-----------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SİNEK ÇORBASI
Hacivat: " Karagözüm, gel bize gidelim, süt içelim. "
Karagöz: " Süt mü? Ne sütü? "
Hacivat: " Süt işte, inek sütü. "
Karagöz: " Git başımdan Hacivat, sinek sütü içilmez. "
Hacivat: " Sinek sütü demedim, sağır kulaklı, inek sütü dedim. "
Karagöz: " Sinek sütü içilmez ama çorbası güzel olur. "
Hacivat: " Çorbası mı? Neyin çorbası? "
Karagöz: " Sinek çorbası. Dün içtiydin, güzel dediydin. "
Hacivat: " Ben sinek çorbası falan içmedim. "
Karagöz: " Dün çorba içerken tabağına sinek düştü. "
Hacivat: " Eee.. "
Karagöz: " Sen bir kaşıkta sineği yuttun. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, uyarsaydın, çorbanda sinek var deseydin. "
Karagöz: " Benim öyle dememe vakit kalmadan sen sineği mideye indirdin. "
Hacivat: " Sinek şimdi neremdedir? "
Karagöz: " Dünden beri hiç dışarı çıktın mı? "
Hacivat: " Çıktım, hem de iki kere. "
Karagöz: " O zaman sinek sende değildir, gökyüzünde uçuyordur. "
Hacivat: " Neyse kurtuldum ya şu sinekten. Keyfim yerine geldi. "

---------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: PENCEREDEN BAKSAN NE GÖRÜRSÜN?
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: " Karagözüm, sana bir soru sorayım da bil. Benim evin penceresinden baksan ne görürsün? "
Karagöz: " Tencerede ne varsa onu görürüm. Dolma, pilav gibi. "
Hacivat: " Tencere demedim, pencere dedim. "
Karagöz: " He öyle söylesene. Sokak görürüm. "
Hacivat: " Başka. "
Karagöz: " Ev görürüm. "
Hacivat: " Başka. "
Karagöz: " Adamlar, kadınlar görürüm. "
Hacivat: " Başka, başka. "
Karagöz: " Gökyüzü, bulut görürüm. "
Hacivat: " Bilemedin.  Keşiş Dağı'nı ( Uludağ ) görürsün. "
Karagöz: " Hacivat, senin pencereden Keşiş Dağı görünmez ki. "
Hacivat: " Görünür, görünür. Ben her gün görüyorum. "
Hacivat kafasını sağa çevirip bakar. Üç adam gelmektedir. Biraz sonra adamları çevirip, göz kırpar ve sorar: " Benim evin penceresinden Keşiş Dağı görünür, öyle değil mi dostlar? "
Adamlar: " Evet, görünür, derler ve gülerler. "
Hacivat: " Bak gördün mü, görünüyormuş. "
Karagöz: " Hayret, ben neden göremedim acaba? "
Bunun üzerine adamlar, kahkahalarla güler. Karagöz alay edildiğini anlar. Ders vermek için, Hacivat'a döner: " Hacivat, benim de sana bir sorum var. Sen benim evin penceresinden baksan ne görürsün? "
Hacivat: " Bahçe görürüm, insan görürüm, ev görürüm, " der ama Karagöz bunu kabul etmez. Karagöz'den kaçan bir Hacivat görürsün der ve Hacivat'ın üstüne atılır. Hacivat geri dönüp kaçmaya başlar. Karagöz, gel buraya,  diye bağırarak Hacivat'ı sokaklarda kovalar. Evinin önüne gelen Hacivat kapının açık olmasından yararlanıp eve dalar, bahçeye çıkar. Peşindeki Karagöz'ün nefesini ensesinde hisseder. Son bir hamleyle bahçedeki tuvalete girer ve kapıyı kapatır. Hacivat'ın oturduğunu gören Karagöz, korkak seni, şimdi de alaycı konuşsana der ve evden çıkıp gider.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

14

KARAGÖZ İLE HACİVAT: PARAYI KİM BULDU ?
Karagöz iş bulur. Yedi gün çalışır ve ilk haftalığını alır. Akşamüstü evine dönerken haftalığını kaybeder. Geldiği yoldan geriye döner ve düşürdüğü paralarını aramaya başlar. Diğer yandan da söylenmektedir:  " Paracıklarım, paracıklarım, gitti paracıklarım. Keşke paralarım cebimde dursaydı da ben kaybolsaydım. "
Aynı saatte evine dönmekte olan Hacivat Karagöz'le karşılaşır.
Hacivat: " Hayrola Karagözüm, yanımdan geçersin beni görmezsin. Paracıklarım dersin. Para mı kaybettin? "
Karagöz: " Hiç sorma Hacivat. Haftalık almıştım, onu kaybettim. "
Hacivat: " Bir gören, bir bulan yok mu? "
Karagöz: " Dört gören, beş bulan var. Canımı sıkma, canını yakarım. "
Hacivat: " Aman Karagözüm kızma. Para kaybedince ararsın bulamazsan, kadıya gidersin. "
Karagöz: " Hı. "
Hacivat: " Para kaybettin, aradın bulamadın, ne yaparsın? Kadıya gidersin. "
Karagöz: " Demek paramı kadı bulmuş. "
Hacivat: " Kadının para falan bulduğu yok. Parayı bulan kadıya bırakır. Kaybeden kadıya gider. Para kadıdaysa parasını alır. "
Karagöz: " Ya para kadıda yoksa. "
Hacivat: " O zaman avcunu yalar. "
Karagöz: " Yani şimdi avcumu yalarsam param bulunur mu? "
Hacivat: " Nereni yalarsan yala paran bulunmaz. "
Karagöz: " Ne yapmak gerekir? "
Hacivat: " Kadıya gitmek gerekir. Buyur Karagözüm, önden sen yürü. "
Karagöz: " Önden ben yürümem, yan yana gidelim. "
Hacivat ile Karagöz kadıya giderler. Yolda para bulan birisi parayı getirip kadıya teslim etmiştir. Fakat paranın sahibinin kim olduğunu bilmemektedir. Karagöz'ün haftalığını kaybettiğini öğrenen Hacivat onu kadıya yönlendirir,  çünkü Karagöz'ün kaybettiği parayı bulan Hacivat'tır.

-------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: LEYLEK
Mart ayının ortası. Kar yeni kalkmış. Ortalık ayaz, hava buz gibi. Karagöz nicedir işsiz. Kazağını, paltosunu eskiciye satmış. Yarı aç, yarı tok. Üstünde bir fanila, bir mintan. Soğuk havada iş bulmak için gezerken, dişlerinin takırtısı Uludağ'dan duyuluyor. Karagöz tam bu esnada Hacivat'la karşılaşır.
Hacivat: " Merhaba Karagözüm. Nasılsın, iyi misin? "
Karagöz: " İyi değilim Hacivat. Donuyorum. "
Hacivat sağa sola bakınır. Bir evin bacası üstündeki leyleği görür. Parmağıyla leyleği işaret ederek:  " Bak Karagözüm, leylekler gelmiş. Artık yaz geliyor. "
Karagöz: " Hacivat, anlamsız konuşma. Hem leylek gelmiş diyorsun, hem kaz geliyor diyorsun. "
Hacivat: " Kaz demedim Karagözüm, yaz geliyor dedim. "
Karagöz: " Kaz yazayım ama ben yazı bilmem ki. Yaz demek kolay. "
Hacivat: " Dediklerimi yanlış anlıyorsun Karagözüm. Bak leylek nasıl da takırdıyor. "
Karagöz çenesini tutar:  " Takırtı benden geliyor. Paltom yok da, soğuktan dişlerim takırdıyor. "
Hacivat: " Palton yok mu? Doğru ya, paltonu giymemişsin. Al benim paltomu giy. " der ve paltosunu Karagöz'e verir. Karagöz paltoyu giyer ve dişlerinin takırdaması durur. Bu sefer üşüyen Hacivat'ın dişleri takırdamaya başlar.
Karagöz: " Hacivat, bu leylek yolunu kaybetmiş, kış günü Bursa'ya gelmiş. Şimdi gerçekten takırdamaya başladı. "
Hacivat: " Karagözüm, leylek değil, ben takırdıyorum. O palto senin olsun. Kürkçü Emin'den kendime kürklü palto alacağım. "
Karagöz: " Körükçü Cemil'den palto mu çalacaksın? "
Hacivat: " Çalmayacağım, parasıyla kürklü palto alacağım. "
Karagöz: " Hacivat'ım, paltonu geri al, bana kürklü palto satın al. "
Hacivat: " Olmaz Karagözüm, benim eski paltomu sen giy. Ben kendime kürklü palto alacağım. "
Karagöz, kendine alma, bana al dedikçe, Hacivat, sana değil, kendime alacağım der ve birlikte Kürkçü Emin'in dükkanına girerler. Bunlar dükkanda tartışa dursunlar, Kürkçü Emin bir diğer lakabı da tilki Emin: Gençliğinde bir taşla dört kuş vurmuşluğu vardır. Şimdi ise, bir taşla iki kuş vurmanın derdindedir. Sensin der, büyüksün der, zenginsin der ve Hacivat'a iki kürklü palto satar. Paltoların birini Hacivat, diğerini Karagöz giyer.
Hacivat, Karagöz ile birlikte yolda giderken, gördüğü bir fakire eski paltosunu verir. İki arkadaş ilk karşılaştıkları yerden geçerken, leyleğin o evin bacasında olmadığını görürler.
Hacivat: " Bak Karagözüm, leylek yok, gitmiş. "
Karagöz başını kaldırır, etrafına bakınır:
" Başka leylekler mi gelmiş? Hani nerede? "
Hacivat: " Başka leylek falan yok. Tek leylek vardı, o da gitmiş. "
Karagöz: " Ha, şu zamansız gelen leylek. Onun sayesinde kürklü palto sahibi oldum. Şansım açıldı. Bundan sonra beni kimse tutmasın. "

Yazan: Serdar Yıldırım
15

MUSTAFA KEMAL'İN ORDUSU
Kurtuluş Savaşı zamanında
Yunan birlikleri 1.5 yıl Bursa'da kaldı.
Halka eziyet etti, yapmadığını bırakmadı.
Padişah, bu yapılanlara seyirci kaldı.
* * * *
Camileri yıktılar, yerle bir ettiler.
İbadeti yasakladılar, ezanlar sustu.
Ulucami'nin taşları, Demirtaş Köyü yakınına atıldı.
O güzelim mermerler kırıldı, tuzla buz edildi.
* * * *
Sakarya Zaferi kazanıldıktan sonra,
Türk Devleti'nin ve ordusunun gücünü dünya kabul etti.
Bunun üzerine Yunan, Eskişehir, Afyon çizgisine çekildi.
Sonra Büyük Taarruz başladı. (26-Ağustos-1922 )
* * * * *
Bir gün sabaha karşı Yunan kuvvetlerine telsiz geldi.
Donanma, Gemlik, Mudanya açıklarında bekliyordu.
Şakası yoktu, Taarruz Kemal geliyordu.
Onlar, O'nun adını Çanakkale'den biliyordu.
* * * *
Gelen Mustafa Kemal'in ordusuydu.
Yenilmez, yener, ezilmez, ezerdi.
Hiçbir ordu, bu kuvvetler karşısında duramazdı.
Yunan kaçarken Bursa'yı yaktı.
* * * *
Milli Kuvvetler, yunanı Gemlik, Mudanya önünde karşıladı.
Onlar, hiçbir zaman denize ulaşamadı.
Mustafa Kemal'in talimatı doğrultusunda
Karşılarına Türk Birlikleri çıkmıştı.
* * * *
Mustafa Kemal diyordu: " Hiçbir şey bu kadar kolay olmamalı,
Yaptıklarının bedelini ödemeliler.
Bu ülke sahipsiz değildir.
Padişah sahip çıkmazsa, ben sahip çıkarım. "
* * * *
Güney Marmara yunana dar geldi.
Onlar 1.5 yıldır ne ektilerse onu biçtiler.
Zulüm yaptılar, can aldılar.
Aldıkları canları canlarıyla ödediler.
* * * *
Ulu Cami, Orhan Cami, Yıldırım Cami
Yeşil Cami, Yeşil Türbe ve Bursa'daki pek çok cami ve türbe
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Atatürk tarafından,
Aslına uygun olarak yaptırılmıştır.
* * * *
Bir de bütün yurdu düşünürsek,
Türkiye Cumhuriyeti sınırları olarak
Yüzlerce cami, binlerce türbe?
Bir de Atatürk, İslam'a zarar verdi diyenler var.
* * * *
Sen hangi caminin yapılmasına katkıda bulundun?
İslam'ın bu topraklarda gelişmesine nasıl destek verdin?
Kendine bile faydan yokken İslam'ı Anadolu'da gururlandıran
Atatürk'e saygı duy, O'nun devrimleri ışığında yolunu aydınlat.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım




16
Öyküler / Yavru Balina İle Köpekbalıkları
16 Kasım , 2023, 18:26:46

YAVRU BALİNA İLE KÖPEKBALIKLARI
Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu'nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın yanına gelerek: " Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar " dedi.
" Annemi yerler mi insanlar? " diye sordu yavru balina.
" Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem, insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. "
" İnsanlar kötü yaratık desene? "
" Hem de çok kötü yaratık. "
" O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. "
" Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. "

Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı.
Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde:  " Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam " dedi.
" Çocuğu parçaladın mı? " diye sordu, başkan köpekbalığı.
" Hayır, parçalamadım " dedi yavru balina.
" Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? "
" Çocuğu yuttum. "
" Yuttun mu? "
" Evet, yuttum...Çocuk şimdi midemde. "
" Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerideki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acımak yok. "

Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları, bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti:  " Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? " Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina:
" Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. "
" Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni..."
Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina:
" Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden " dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak, denizin derinliklerine yolladı.

Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince, başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk, yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi:  " Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? "
" Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? "
" Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? "
" Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? "
" Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum."
" Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet."
" Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? "

Yavru balina olanları anlattıktan sonra:  " Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. "
" Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? "
" Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil.
" Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. "
" Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? "
" Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. "
" Seni seviyorum, Mark."
" Ben de seni seviyorum, Sili.

Mark oradaki deniz feneri bakıcısının çocuğuydu. Biraz sonra koşarak deniz fenerine gitti ve babasıyla annesine durumu anlattı. Babası, telsizle olanları yetkililere bildirdi. Hep birlikte ellerinde kovalarla yavru balinanın yardımına koştular. Denizden kovalarla aldıkları suyu yavru balinanın üstüne döktüler. Fakat ne çare, gücü gitgide tükenmekte olan yavru balina, çocuğa; Mark, hatıram unutulmasın, insanlar beni unutmasınlar, dedi.  Yetkililer olay yerine ulaştığında, baba, anne ve çocuğun hıçkırıklarla ağladığını gördüler. Yavru balina kurtarılamadı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


17
Öyküler / Kısa Keloğlan Masalları
16 Kasım , 2023, 18:24:09

KELOĞLAN'IN FÜZESİ
Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde Keloğlan yaşarmış. Uzaya meraklıymış. Bir gün bir füze bulmuş. Füzeyle Jüpiter'e gitmiş. Uzayda tur atmış. Sonra dünyaya dönmüş. Masalımız da burada bitmiş.

KELOĞLAN VE KORSANLAR
Bir Keloğlan varmış. Kayıkla denize açılmış. Korsanlar, kayığı almışlar. Keloğlan'ı denize atmışlar. Keloğlan yüzerek kıyıya çıkmış. Masalımız da burada bitmiş.

KELOĞLAN'IN SARAYLARI
Evvel zaman içinde bir Keloğlan yaşarmış. Rüyasında hazine üstünde yattığını görmüş. Evin altını kazıp, hazineyi bulmuş. 365 tane saray yaptırmış. Padişahın kızıyla evlenmiş. Masalımız da burada bitmiş.

------------------------------------------------

BANA KELOĞLAN DERLER
Tarlaya biber ektim
Bahçeye fidan diktim
Şu masal dünyasında
Keloğlan olarak tektim.
*      *      *      *
Kimse beni geçemez
Benimle yarışamaz
Benim aştığım yüce
Dağları onlar aşamaz.
*      *      *      *
La Fonten saraylarda
Fransa'da, İspanya'da
Tatlı hayat yaşamış
Kralların sofrasında.
*      *      *      *
Andersen dersen İsveç'te
Aklı fikri gelgeçte
Masallar yazmış ama
Beynimizde süzgeçte.
*      *      *      *
Grimm Kardeşler vardır
Onlar birer Alman'dır
Almanlara sorarsan
Dertlerine dermandır.
*      *      *      *
Bana ne La Fonten'den
Andersen'den, Grimm'den
Avrupa'da masal kitaplarında
Var mı hiç Keloğlan'dan?
*      *      *      *
Ben bana benziyorum
Anadolu çocuğuyum
Beni sallamayanı
Sallar söker atarım.
*      *      *      *
Masal kitabı basanlar
Yerli yazara kızanlar
La Fonten, Grimm deyip
Andersen'den çıkanlar.
*      *      *      *
Ey yayınevleri
Bilgi, kültür evleri
Yerli yazar yok, Avrupa çok
Avrupa kültür evleri.

SON

------------------------------------------------

DEĞİRMENCİ KELOĞLAN İLE ARAP
Eski zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan tembellikten bıkmış. Arabın biriyle ortak olmuş ve bir değirmen satın almış. Keloğlan kısa zamanda değirmenciliğe alışmış. Gelen buğday, arpa ve mısırı değirmende öğütüp un yapıyor ve para kazanıyormuş. Bazı müşteriler para yerine öğütülen tahılın birazını değirmen hakkı olarak bırakırlarmış.  Keloğlan'ın ortağı arap gün boyu geziyor ve akşamüstü gelip hasılatı alıyormuş. Öğütülen tahılı arabasına yükleyip kasabada satıyormuş. Arap giderek zenginleşmiş. Keloğlan ise, fakir kalmış.
Aradan aylar geçmiş. Bakmış Keloğlan olacak gibi değil, arap kazancın hepsini alıyor. Araba oyun oynamaya karar vermiş. Arap geldiği zamanlar, bugün müşteri gelmedi, kazanç olmadı diyerek, hasılatı eve götürüp anasına vermiş. Öğütülen tahılı ambara saklamış.
Bir yıl sonra arap değirmenden umudunu kesmiş ve Arabistan'a gitmiş. Keloğlan değirmende çok çalışarak zengin olmuş. Padişahın kızıyla evlenerek mutlu olmuş.

SON

------------------------------------------------

KELOĞLAN İLE KELAYNAK KUŞU
Vakti zamanında ülkenin birinde en güzel kel yarışması düzenlenmiş. Çok sayıda kelin katıldığı bu yarışmada Keloğlan ile Kelaynak finale kalmış. Keloğlan Kelaynak'ın güzel olduğuna inanıyormuş. Yarışmayı onun kazanacağını sanıyormuş ama buraya gelirken *n, birinci olmadan, ödülü almadan sakın gelme. Seni eve koymam bilmiş ol, demesini de hiç unutmamış. Ne yapıp edip yarışmayı kazanmalıymış.
Keloğlan ile Kelaynak geceyi geçirecekleri handa odalarına çekilmişler. Daha sonra Keloğlan Kelaynak'ın odasına gitmiş. Bakmış Kelaynak aynanın karşısına geçmiş kel kafasını kaşıyor. Keloğlan, sen güzelsin, sen benden güzelsin, sen en güzelsin, diyerek Kelaynak'ı övmeye başlamış. Bunun üzerine Kelaynak şişinmiş, kabarmış. Sonunda ayna çatlamış, Kelaynak patlamış. Kelaynak'tan kurtulan Keloğlan gidip odasına yatmış. Ertesi gün rakibi gelmediği için birinci seçilen Keloğlan yüz akçe ödülü alıp evinin yolunu tutmuş.

SON

--------------------------------------------------

KELOĞLAN DAĞLAR PADİŞAHI
Bir varmış, bir yokmuş. Bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan zamanla büyüyüp gelişmiş. 20 yaşına girmiş. Mert, yiğit biriymiş ama çalışmayı sevmez, boş gezenin boş kalfası misali koca boyuyla gezer dururmuş. Garip anacığı çalış, para kazan dedikçe, para benim neyime, deyme ana keyfime, yazık olur emeğime, et doldur tabağıma, dermiş.

Günlerden bir gün Keloğlan iftiraya uğramış, kolculara yakalanmamak için, dağlara kaçmış. O yörenin beyi, Keloğlan'ı altınlarımı çaldı diye suçlarmış. Beyin baskısından yıllardır bıkıp usanan köylüler, Keloğlan'a ekmek, yemek götürerek onun dağları mesken tutmasını sağlamışlar. Bir iki derken, tarlalarda karın tokluğuna çalışmak istemeyen on köylü Keloğlan'ın çevresinde saf tutmuş. Keloğlan gücüne güç katmış ve bir gün adamlarıyla düze inerek beyi sindirip korkutmuş. Tarlalarda ırgatlık yapan köylüler, Keloğlan'ın yanına gelerek, sen çok yaşa emi Keloğlan diye bağırmışlar. Kolcular, Keloğlan'ın etrafını sarınca araya girerek Keloğlan'ı dağa kaçırmışlar.
Olanlardan haberdar olan o ülkenin padişahı tebdil kıyafet gelerek köylülerle konuşmuş, Keloğlan'la tanışmış. Onun iftiraya uğradığını anlamış. Sonradan kimliğini açıklamış ve Keloğlan'ı sarayına davet etmiş. Sarayda padişahın dünya güzeli kızını gören Keloğlan kıza aşık olmuş. Kız da ününü duyduğu Keloğlan'ı görür görmez sevmiş. Sonraki bir gün Keloğlan anasıyla gelerek padişahtan kızını istemiş. Padişah kızını Keloğlan'a vermiş. Düğün günü bey bir kenarda eğlenceleri izlerken, onun baskısından kurtulmuş olan köylüler oynamışlar, eğlenmişler. Yıllar sonra bile çocuklarına, torunlarına Keloğlan Dağlar Padişahı diyerek anılarını anlatmışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım



18
Öyküler / Futbolcu Ayka - Serdar Yıldırım
16 Kasım , 2023, 18:22:40

FUTBOLCU AYKA   
Ayka küçük bir çocuktu. Çok seviyordu Ayka futbol oynamayı, top peşinde koşmayı. Ayka'nın maçını seyreden bir yabancı sekiz – on çocuk arasında Ayka'yı  fark ederdi. O, maç süresince  durmaz, devamlı koşar, forvet oynamasına karşın, gol atmak kadar gol yememenin maç kazanmaktaki önemini bilir ve defanstaki arkadaşlarına yardıma gelirdi. Ayka gerçekten iyi bir golcüydü. Rakip ceza sahası içinde yakaladığı topları gole çevirirdi. Bir maçta üç – dört gol atmak Ayka için sıradan bir olaydı. Arkadaşları arasında yaptıkları maçlarda Ayka başı önde sahadan ayrılmamıştı.  Ayka büyüdükçe aralarında yaptıkları maçları yeterli görmemeye başladı. Şehrin diğer mahallelerinde bulunan çocuklarla da maç yapmalıydı. Ancak bu şekilde futbolunu ilerletebileceğini düşünüyordu. Büyüdüğü zaman iyi bir futbolcu olmak istiyordu. Ayka'nın önerisi üstüne Çelikspor kuruldu.

Çelikspor ilk maçında takımda birlik olmaması ve oyuncuların gol atma sevdası yüzünden ilk devreyi 2 – 0 yenik kapadı. Devre arasında arkadaşları birbirini suçlarken, Ayka biraz ötede yere oturmuş, onları kızgın bir vaziyette izliyordu. İkinci devre takımın arka sırasında sahaya çıkan Ayka kararını çoktan vermişti. Kesinlikle ileri gitmeyecek, defansın en gerideki oyuncusu olarak oynayacaktı. İkinci devre Çelikspor'un yoğun baskısı altında başladı. Sağdan – soldan ataklar Çelikspor'dan geliyordu. Bu ataklar bir sonuca bağlanamıyor, gol olmuyordu. Ayka rakip takımın geliştirdiği ataklarda  iki – üç rakip oyuncuyla mücadele ediyor, takımı bir gol daha yemesin diye  gücünün sınırlarını sonuna kadar zorluyordu.  İkinci devrenin ortalarına doğru orta sahada boş bir top yakalayan Ayka sağa doğru yöneldi. Önüne çıkan iki oyuncuyu geçtikten sonra korner direği yakınlarından topu kaleye ortaladı. Topu takip eden Çelikspor kaptanı kafa vuruşuyla ilk golü attı. Çelikspor' lu oyuncular kaptanlarını sevinçle kucakladılar. Gollük ortayı Ayka'nın yaptığının hiçbiri farkında değildi. Ayka'ya dönüp bakan yoktu. Ayka gidip kaptanı tebrik etmedi, defanstaki görevine döndü. Maçın son dakikalarında Çelikspor bir gol attı ve maç 2 -2 berabere sona erdi.

Çelikspor bir hafta sonra ikinci maçını oynamak için sahaya çıktı. Ayka listede forvet yazılmasına karşın, maç başladıktan bir – iki dakika sonra defansa döndü. Nasılsa arkadaşları bir gol atarlar ve maçtan galip ayrılırlardı. Çelikspor rakip takımdan daha atak oynuyor fakat dakikalar geçtikçe beklenen gol bir türlü gelmiyordu. İlk devre 0 – 0 sona erdi. İkinci devre Çelikspor ataklarını sıklaştırdı. Orta sahada topla buluşan Ayka topu sürmeye başladı. Üstüne gelmiyorlardı. Oyunun başından beri defansta oynadığı için dikkati çekmemişti. Ayka kaleye doğru yaklaştı. İki oyuncunun arasından sıyrıldı. Artık kaleciyle karşı karşıyaydı. Ayka sert bir şutla ilk golü attı. Golden sonra arkadaşları Ayka'yı tebrik ettiler. Daha sonra Ayka ileriye dönük oynamaya başladı. Bu, Çelikspor'a canlılık getirmişti. Sonraki dakikalarda iki gol atan Çelikspor sahadan 3 – 0 galip ayrıldı.

Ayka  sonraki maçlarda  forvette oynadı, pek çok gol attı. Geçen zamanla birlikte Ayka  büyüyor, gelişiyordu. Bir gün takım kaptanı İsmail, İnegölspor genç takımından teklif aldığını, Çelikspor'dan ayrılacağını söyledi ve arkadaşlarıyla vedalaşarak gitti. Bunun üzerine Ayka, İnegöl İdmanyurdu genç takımına giderek, bu takımda oynamak istediğini söyledi.  Ayka antrenman maçında 3 gol atınca teknik direktör, Ayka'yı takıma aldığını açıkladı ve başarılar diledi. Ayka sonraki antrenman maçlarında attığı gol adedini giderek fazlalaştırdı. Süratli ve hızlı oyunu sayesinde 4 – 5 gol attığı oluyordu. Takımda onun kadar gol atan oyuncu yoktu. Ayka zamanla teknik direktörün bu durumu görmezden geldiğini fark etmekte gecikmedi. Arada bir 2 – 3 gol atan oyuncu takdir edildiği, bravo, bugün çok iyisin, diyerek alkışlandığı halde kendisinin bir kez olsun tebrik edilmediğini gördükçe canı sıkılmaya başladı. Bu durumun nedenini düşünüyor fakat mantıksal bir açıklamasını yapamıyordu.

Birkaç ay sonraki o son antrenman maçında Ayka'nın söylediklerinde ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktı. Genç takımlar arasındaki maçlar haftaya başlıyordu. Teknik direktör ideal kadroyu bugün belirleyecekti. Bazı oyuncular arkadaşlarını getirmişti. Ayka bunların çoğunu ilk kez görüyordu, daha önce antrenmana gelmemişlerdi. Teknik direktör A takımının kadrosunu okuduğunda Ayka ismi bu kadroda yoktu, A takımının yedeklerinde bile. Bu kadrodakiler devamlı olarak antrenmanlara çıkan oyunculardı. Ayka'nın  A takımında yer alması gerekirdi. Ayka, onlarla birlikte bu günler için hazırlanmış, hiçbir antrenmanı kaçırmamış, yağmur - çamur demeden antrenmanlara gelmişti. Olsun, diye düşündü, Ayka. Ben B takımında da oynar, kendimi gösteririm.
B takımının kadrosu okunduğunda Ayka  isminin geçmediğini üzülerek gördü. B takımında oynayacak oyuncuların çoğu ilk kez antrenmana geliyorlardı. Teknik direktör daha sonra B takımının yedeklerini okudu. Yedekler 5 oyuncudan oluşuyordu ve son isim olarak Ayka denmişti. Takımlar sahadaki, yedekler saha kenarındaki yerlerini aldılar ve teknik direktörün düdüğüyle maç başladı. Ayka oturup kaldığı yerde hırsından titriyordu. " Vay vay vay.. Demek öyle ha.. Demek artık kartlarını açık oynuyorsun. Ne yaptım sana ben, ne istedin benden? İkinci devre başlarken yedeklerin hepsi oyuna girecek dedin. Ne diyeyim ikinci devre görüşürüz senle. "

Birinci devre sona erdiğinde A takımı 2 – 1 galip durumdaydı. Devre arasında teknik direktör A takımı oyuncularına: " İyi oynuyorsunuz, fakat pek çok gol pozisyonunu cömertçe harcadınız. Takımda gol kısırlığı var. Gol atın, gol.. " dedikten sonra, A takımındaki oyunculardan bazılarını çıkarıp yerlerine A takımının tüm yedeklerini oyuna dahil etti. B takımının 3 oyuncusu oyundan çıkarıldı, yerlerine 3 yedek oyuncu alındı. Şimdi o kadar oyuncu bolluğu arasında ikinci devre bile oyuna başlayacak yeterlilikte bulunmayan B takımının 2 yedeği kalmıştı. Biri yeni gelen birisi, diğeri de Ayka? Sözde ikinci devre başlarken yedeklerin hepsi oyuna girecekti.

Maçın bitmesine 15 dakika kalmıştı ki, B takımı 4. golü yedi. Durum 4 – 1 olmuştu. Bunun üzerine teknik direktör B takımından 2 oyuncuyu çıkardı ve son kalan 2 yedeği oyuna dahil etti. Ayka maçın bitmesine az bir süre kaldığının farkındaydı. Bu sürede tüm gücünü sarf edecek,  bir gol atıp, onu utandıracaktı. Ayka top nerede ise oraya koştu, çok çalıştı, kan ter içinde kaldı. Ayka'nın oyuna girdiği andan itibaren pas vermekte zorluk çekmeye başladıklarını fark eden A takımı oyuncuları şaşırmışlardı. İnanılır gibi değildi ama bir Ayka koca takıma yetiyordu. Ayka'nın korkunç presi altında giderek gerileyen A takımı defansa çekildi.

Maçın başından beri dağınık bir futbol sergileyen 4 – 1 yenik durumdaki B takımı, Ayka'nın oyuna girmesiyle canlanmış,  pas hatalarını değerlendirip, nadir olarak geliştirdikleri ataklarını sıklaştırmıştı.  Topu kapan B takımı oyuncusunun gözleri Ayka'yı arıyor, eğer yakında ise, Ayka'ya pasını veriyor, topla buluşan Ayka ileri atılıyordu. Maçın bitmesine 5 dakika kalmıştı ki, rakip ceza sahasına giren bir oyuncu düşürüldü. Karar penaltıydı. İşte o an geldi diye düşündü Ayka, topu aldı, penaltı noktasına dikti. Topa vurmak için gerilirken teknik direktörün biraz ilerden, hayır Ayka, sen bırak, penaltıyı Muzaffer atsın, dediğini işitti. Kulaklarına inanamadı. Acaba yanlış mı anladım diye düşünerek sesin geldiği tarafa döndü. Teknik direktör penaltı noktasına gelerek, gel Muzaffer, penaltıyı at, deyince Ayka kahroldu. Yanlış anlamamıştı ve penaltıyı Muzaffer atacaktı. Ayka'nın sinirleri iyice gerildi. Ahlaksız diye mırıldandı. Kenara çekildi. Gol olmaz da utanırsın belki diye düşündü. Dayanamıyordu artık gururuyla bu derece oynanmasına, neredeyse patlayacaktı. Biraz sonra atılan penaltı gol olunca, B takımının yaşadığı sevinç birden üzüntüye dönüştü.

Ayka patlamıştı. " Artık senin takımında oynamam ben. Şimdi gidiyorum ve bir daha dönmeyeceğim " diye bağırırken sırtından çıkardığı formasını yere attı. Ayka daha sonra saha dışına çıktı ve elbiselerini aldı. Peşinden gelen teknik direktör ismet rezil olmuştu. " Dur Ayka, bari maçı tamamla " dedi, Ayka'nın yanına gelerek. Ayka: " Sen de maçın da yerin dibine batsın. Oynamıyorum işte " dedikten sonra yürüdü gitti. Yolda Ayka bu olanları bir gün dünyaya duyuracağına dair kendine söz verdi.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra Ayka ve ailesi Bursa'ya taşındı. Böylesi daha iyi olacaktı. Bursa, İnegöl'den büyüktü. Pek çok takım vardı burada. Bir takıma girerdi ve futbolunu oynardı. Bir takıma girmek kolay değildi. Ayka bu şehirde kimseyi tanımıyordu, ailesi  yardımcı olamazdı. Zaman boşa geçmemeliydi. Antrenmansız geçen her gün Ayka'yı formdan düşürebilirdi. Ayka, Bursa Atatürk Stadyumu'na giderek koşu antrenmanlarına başladı. İki ay  burada koşularını sürdüren Ayka, bir gün orada tanıştığı bir koşucuya " Ben aslında futbol oynuyordum. Bursa'ya yeni taşındık. Formumu kaybetmeyeyim diye gelip burada koşuyorum " deyince Cavit Önge adındaki koşucu " Ben de Muradiyespor Kulübü'nün atletizm takımındayım. Bizim kulübün futbol şubesinde gel oyna istersen " dedi. Ayka buna çok sevindi ve ertesi gün soluğu Muradiyespor Kulübü'nde aldı.  Muradiyespor futbol takımıyla antrenmanlara başlayan Ayka diğer yandan koşu antrenmanlarını aksatmıyordu. 16 yaşında bir genç olmuştu ve  iyi bir futbolcu olmanın iyi bir kondisyonla mümkün olacağını biliyordu. Bir gün Ayka stadyumda şortla koşmuş, dinleniyordu. Sporcuları seyre dalan Ayka havanın soğuduğunu fark edememişti. Hafif bir yağmur çiseliyordu. Oldukça fazla dinlendiğini neden sonra anladı. Üşümüştü. Oturduğu yerden kalktı. Bir süre  koştuktan sonra elbiselerini giymek için içeri girdi. Ertesi gün dizlerinin sızladığını fark etti. Birkaç gün sonra zorlukla yürüyebildiğini. Ayakta dururken dizleri tutmuyordu. Sanki boşlukta dikiliyor gibi oluyordu ve bir adım atmaya kalksa yere düşecekti.

Böyle anlarda tutunacak bir yer arıyordu. Bir ağaç, bir duvar oraya tutunarak ayaklarını ileri, geri oynatıyor ve biraz dinlendikten sonra yürümesi mümkün oluyordu. Ayka birkaç gün sonra hastaneye giderek muayene oldu ve verilen merhemi gece yatmadan önce dizlerine sürmeye başladı. Dizliklerini takan Ayka yatağına yatıp uyuyordu. Bir hafta süren bu zor günlerden sonra dizlerindeki sızının geçmeye başladığını gören Ayka Muradiyespor futbol takımıyla antrenmanlara çıkmaya başladı. Gece kroslarında takımın ön sırasında koşuyordu. Gündüz yapılan antrenmanlarda goller atıyordu fakat alt eşofmanının içinde dizlikleri vardı ve eğer dizlikleri olmasa ne ön sırada koşabilir ne de goller atabilirdi, bunun farkındaydı. Amatör küme maçları başlamıştı. Muradiyespor ilk maçına yeni bir teknik direktörle çıkacaktı. Takım hazırdı, kadro okunuyordu. Ayka sevindi. Santrfor oynayacaktı. O ara eski teknik direktör geldi, kulüp başkanı ve bir idareci yeni teknik direktörle bir şeyler konuştular. Ayka'nın kesik kesik de olsa duydukları şunlardı: Bak iki ayağında da dizlik var..."

Ayka'nın oynatılmadığı o ilk maçta Muradiyespor 0 – 0 berabere kaldı. Kadrodan çıkarılmış ve maçı tribünlerden izlemek zorunda bırakılmıştı. Ayka birkaç ay bu duruma tahammül ettikten sonra takımdan ayrıldı. Asla tahmin edilemeyecek kadar çok üzülüyordu. Stadyumda koşuyor ve ağırlık çalışması yapıyordu. Bu durum  bir yıl iki ay sürdü ve  Bursaspor Genç Takımı'na girdi. Bir ay süren futbol derslerinden sonra sahaya inildi ve Ayka ne yazık ki seçilemedi. Tek maçta ne oynayabilirsen oynayacaktın. Hünerini gösterip takıma girecektin. O maçta Ayka biraz da tutuk oynamıştı, fakat seçilememesini şuna bağlıyordu:  " Kaleciler ayrıldı, diğer oyuncular defans, orta saha, forvet diye ayrıldı. Ben forvet oynayanlar tarafına geçtim. Teknik direktör necmi güzey, sen sol açık oyna, dedi. Ben santrforum, defansta oynadım, sol açıkta oynamamıştım. Sol açık oynayanın sol ayağı  iyi olmalı. Maç boyunca soldan ataklar yaptım. Topu düşe kalka sürdüm götürdüm. Karşı takımın defansı tekme atmakta ustaydı. Sağ ayağım Türkiye haritasına dönmüştü. Kale önüne çok orta yaptım. Yanlış pas verdiğim durumlar oldu. Pas hatası yapan tek ben değildim. Ben  maçta çok iyi oynayamadım. Eğer seçilebilseydim o takıma gerçekten çok iyi olacaktı. "
Ayka daha sonra İvazpaşa adındaki amatör küme takımına girerek, bu takımla antrenmanlara başladı. Umut doluydu yüreği kar, yağmur, çamur demeden koşuyordu antrenmanlara. Onun bu iyi niyetli var olma savaşı görmezden gelinemezdi. Uludağ yolunda yapılan bir gece krosundan sonra idarecilerden biri: " Ayka, amatör küme maçları yakında başlıyor. Evrakları getir, sana lisans çıkartalım " deyince Ayka, " Olur. Yarın evrakları kulübe getiririm " dedi. Ertesi gün Ayka evrakları kulübe getirip idareciye teslim etti.

İvazpaşa takımının antrenman maçlarında Ayka eskisi gibi birbiri ardı sıra goller atmıyordu. Defans-orta saha karışımı bir futbol oynuyordu. Burada biraz şaşırmamak elde değil. Hani Ayka gol demekti? Bu büyük değişimin sebebi neydi? Bu durumun açıklamasını, aradan uzun yıllar geçmesine karşın, o günleri unutmamış olan Ayka'dan alalım: " Sebeplerden birincisi, takımdaki pek çok oyuncu yıllardır bu takımda oynuyor. Takımın golcüsü var. Antrenman maçlarında bir-iki gol attığı oluyordu ama attığından fazlasını kaçırıyordu. İkincisi, şimdiye kadar  çok gol atmıştım da ne olmuştu? Neden attığım goller önemsenmiyordu?  Golü ikinci plana atıp takımda tutunmak, kalıcı olmak istiyordum. Oyuncu defansta oynuyordu, gol atmıyordu, fakat amatör küme maçlarında sahaya çıkıp takımdaki yerini alacaktı. "

Aradan günler, haftalar geçmiş ve amatör küme maçları başlamıştı. Maç olduğu günler Ayka takımda oynama umuduyla bir o sahaya, bir bu sahaya koştu.  Maç öncesinde takım kadrosu okunduktan sonra ortadan kayboluyordu. Sanki takımın maçını seyretse daha mı iyi olacaktı? Yenilip duruyorlardı. Belki de Ayka'nın lisansı çıkmadığı için kadroya almıyorlardı. Başkasının lisansı iki ay içinde çıkıyordu da Ayka'nın lisansı dört aydır niye çıkmıyordu? İdareci başvuruyu yapmış mıydı? Bu öğrenilemedi. Lisans çıktıysa Ayka'ya haber vermek gerekmez miydi? Haber vermesen bile alın işte Ayka'yı kadroya, çıksın sahaya oynasın futbolunu, takıma güç katsın. Koy Ayka'yı defansa defansını sağlamlaştır. Maçta gol atamıyordu takım, bari gol yemezsin, berabere kalır, bir puanı kaparsın.

Mudanya'ya maça gidilmişti. Saha çamur içindeydi. Saha kenarındaki karlar  erimemişti. Maç iptal edildi. İşte o günden sonra Ayka bu takımın ne maçına, ne antrenmanına gitti. Maçlarda oynama ümidi kalmamıştı. Yeniden bir takımda futbol oynamaya teşebbüs etmek yeni sıkıntılara, üzüntülere kucak açmak demekti. Ayka yorulmuştu, bitmişti. Bir zamanlar futbolcu olmak onun en büyük idealiydi. Genç Ayka yine güçlüydü, ideal yine vardı, fakat ideale ulaşmak için önüne çıkarılan engeller tükenmek bilmiyordu. Her defasında bir sonraki engeli aşmak çok daha zor oluyordu. Çaresizlik sonsuz düş kırıklıklarına yol açıyordu. Zamanla düş yabancılaşıyordu. Sen hem kendi kendine yabancılaştın, hem de düşün sana yabancılaştı, bu tarafta, ideal istesen de istemesen de sana yabancılaşır.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

19

SERDAR - GENÇ BİR YAZAR HANGİ AŞAMALARDAN GEÇTİ VE NASIL GAYRET GÖSTERDİ
Sıkıcı. Hayat gerçekten çok sıkıcı. Günlerdir, haftalardır, aylardır değişen hiçbir şey yok. Hep aynı şeyler: Sabah olur güneş doğar, öğlen olur güneş yakar, akşam olur güneş batar. Bazen arkadaşlarla konuşurken, " Günler birer birer geçip gidiyor. Bu işin sonu ne olacak? " diye sorarım. Aldığım cevap hep aynı olur: " Ne bilelim biz. Ne olacaksa oluyor işte. " Laf mı yani bu da şimdi? Hayat çarkının dönüşüne kaptırmışlar kendilerini dönüp duruyorlar. Zannedersem yaşadıklarının farkında değiller, bedava yaşıyorlar.  Şuraya bak... Göz alabildiğince uzanan bir şehir. İçinde binlerce insan. Çoğu büyümüşler de toplanıp götürülmeyi bekliyorlar. Gidecekleri yer belli: Fabrikada ucuza çalıştırılacaklar. İşçi olacak çalışacaklar. Bu çalışmak kesinlikle amaç sayılamaz. Birçok arkadaşıma sorup cevabını alamadığım bir soru var: " Tamam. Bizi çalıştıran çalıştıracak. Bundan bizim kazancımız ne olacak? "

Ben, ucuz işçi olmak istemiyorum. Beni çalıştıracak olan çalıştırmasın, tam doymadan sofradan kalksın. Ben bunu düşünür, bunu söylerim. Benim hayat felsefem bu. Zaman nasıl da akıp gidiyor. Vakit gece yarısı oldu. Beni buradan kurtaracak olan biraz sonra gelir. Günlerdir uğraşıyorum. O'na neyin ne olduğunu ve ne yapmak istediğimi, çeşitli örnekler vererek, defalarca anlattım. Önceleri pek durumu kavrayamıyordu ama artık her şeyin farkında. İkimiz birlik olup başarı kazanacağımıza inanıyorum. Bir gelen var, galiba O. Nihayet geldi: " Merhaba, Metin. "
" Merhaba, Serdar. Vakit tamam. Şöyle geç de seni ağaca bağlayan urgandan kurtarayım."
Daha sonra Serdar yüksekçe bir kayanın üstüne çıktı. Uyanık durumdaki arkadaşlarına uykuda olanları uyandırmalarını söyledi. Arkadaşları uyandıktan sonra büyük bir merak ve heyecan içinde Serdar'ın söyleyeceklerini dinlemek için dikkat kesildiler: " Kardeşler, arkadaşlar... Hepiniz tarafından çok iyi bilindiği üzere bu akşam ben Metin Kardeş ile birlikte yola çıkıyorum. Amacım, mutluluk çiçeğini arayıp bulmak ve onu durduğu yerden daha yüksek bir yere çıkarmak ve böylelikle dünyadaki her canlının mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak. Bu yeni yerinde hiçbir yabancı bitkinin yetişmesine izin vermeyeceğimden mutluluk çiçeğinin göndermekte olduğu mutluluk pırıltıları artacaktır. Şimdi, aranızdan bir-iki gönüllü arıyorum. İsterim ki, hepiniz gönüllü olasınız, hepiniz benimle gelesiniz. Gerçekleştirmek istediğim hayırlı bir iştir. Daha önce belki yüz defa meseleyi bütün ayrıntılarıyla sizlere anlatmıştım. Bir parça olsun medeni cesaret gösterin. Son defa soruyorum: Yok mu benimle gelmek isteyen? "

Serdar, birkaç dakika bekledi. İçinde binlerce işçi adayının durduğu meydandan çıt çıkmıyordu.
Serdar: " Tamam. Anlaşıldı. Kimse benimle gelmek istemiyor. Bunun için hiçbirinize kızmak hakkına sahip değilim. Neyse...Kardeşler, arkadaşlar. Tekrar görüşmek üzere, şimdilik hoşça kalın."
Serdar ile Metin, yolda Vedat adında bir adama rastladılar. Serdar, Vedat'a mutluluk çiçeğini aramaya çıktıklarını söyledi ve konu hakkında bilgi sahibi olup olmadığını sordu. Vedat mutluluk çiçeğinin nerede olduğunu tarif edemeyeceğini, fakat kendilerini Bay Kemal ile tanıştırabileceğini söyledi. Bay Kemal, yatağının üzerinde oturumuna gelmiş vaziyette, misafirlerini güler yüzle karşıladı. Serdar'ın anlattıkları, Bay Kemal'i heyecanlandırmıştı. Onun şahsında kendi gençliğini görmüş, o günler bir film şeridi gibi gözlerinin önünde canlanmıştı.

Yıllar önce, mutluluk çiçeğini aramak için yollara düşmüştü. Sonunda, yaşlı bir köylü kendisine kılavuzluk yapmış, mutluluk çiçeğinin yaşadığı yüce dağlar arasındaki yüksekçe bir platoya giden tek yol olan Umut Geçidi'nin girişine kadar getirmişti. Buraya kadar olanları anlatan Bay Kemal, konuşmasına şöyle devam etti: " Umut Geçidi'nin girişine geldiğimizde yaşlı köylü beni şu sözlerle uğurladı. – Umut Geçidi'nin girişi işte burası. Bu geçidin uzunluğu yüz metre kadardır. Bu yolun sonunda önüne açık bir alan çıkacak. Karşıdaki ağaçlıktan geçtikten sonra mutluluk çiçeğini görebilirsin. Ben yetmiş yılı aşkın bir süredir aşağıdaki ovada yaşıyorum. Sen mutluluk çiçeğini aramak için gelenlerin altıncısı oluyorsun. Senden önce gelenler başarısız oldular. Mutluluk çiçeğini görememişler bile. Mutluluk çiçeğinin bekçisi buna izin vermemiş. Geçidin sonundaki açık alanda aniden karşına çıkarmış. İri, kocaman, otuz yaşlarında bir adammış bu bekçi. Korkar da geçide döner kaçarsan peşinden gelmezmiş. Gidenlerin hepsi de bilgili, kültürlü idiler ama bekçi onların hepsinden baskın çıktı. Kendilerinin birer bilge olduklarını söyleyenler bile üzgün ve yorgun bir şekilde geri döndüler. İşte, Bay Kemal benim anlatacaklarım bu kadar. Yolun açık olsun. –

Yaşlı köylünün anlattıklarını dinledikten sonra geçide girdim. Arada bir durup yaşlı köylünün söylediklerini aklıma getiriyor ve bunların ışığında planlar yapıyordum. Yüz metrelik yolu üç saatte aştım. Bekçinin sorabileceği her çeşit sorunun cevabını hazırlamıştım. Açık alana çıktım. Biraz sonra bekçi yanıma geldi. Karşılıklı selamlaşmadan sonra bekçi beni kelimenin tam anlamıyla soru bombardımanına tutmaya başladı. İlk sorular basit ve cevaplandırılması kolay sorulardı: Adın ne, nereden geldin, kimlerden nasıl ve şekilde yardım gördün? Sonraki sorular ise, bekçinin konu hakkındaki soruları oldu: Mutluluk çiçeği nedir, mutluluk çiçeğinin var olduğunu ilk olarak kimden duydun, seni buraya kadar getiren nedenler nelerdir, mutluluk çiçeğini gözünün önünde nasıl canlandırıyorsun? Bu sorulara yeterli olabilecek cevaplar vermiştim. Her şey çok güzeldi, bekçi o soruyu sorana kadar. Öyle bir soru sormak bekçinin nereden aklına geldi bilmem ki? Benim kekelemeye başladığımı gören bekçi yüklendikçe yüklendi. Söylediklerinde haklıydı. Evime nasıl geri döndüm bunu bana bile sorma. Üzüntüden yürüyemez oldum, ayaklarım tutmaz oldu. Yıllar var ki, bu yatakta yatıp duruyorum. Üzgünüm, başarılı olamadığım için. "

Bay Kemal sözlerini tamamlarken ortada bir soru işareti bırakmıştı. Mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisi olan adamın Bay Kemal'e son olarak sorduğu soru neydi? " Bay Kemal ben seni yeterli gördüm. Beraber, mutluluk çiçeğinin yanına gittik. Bir ihtimal de olsa senin orada yapacağın çalışmalar ters etki yapar da mutluluk çiçeğini soldurursan, neler olur, lütfen anlatır mısın? "
Serdar ile Metin, dört gün misafir kaldıktan sonra dönüşte mutlaka uğrayacaklarını söyleyerek Bay Kemal ile Vedat'a veda edip yola çıktılar. Günler günleri kovaladı, aradan haftalar geçti. Serdar yolda rastladığı pek çok insanla her çeşit konuda fikir alışverişinde bulundu. Bazılarıyla yaptığı konuşmaları istediği şekilde bilgi akımı sağlayamadığı için, kısa kesmek zorunda kaldı. Bazılarıyla ise, saatlerce konuştu, sohbet eder gibi, karşısındakine fark ettirmeden, faydalı olabilecek bilgi birikimlerini ustaca çekip aldı. Kendi öz düşüncesinde kurup tasarladığı bu büyük idealini, kimseden bir aferin beklemeksizin, canlıların mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak diye özetlediği girişiminin başarısı için bir tür karakter betimlemesi yapıyordu.

Sonunda, Serdar ile Metin, daha önce Bay Kemal'e kılavuzluk etmiş olan yaşlı köylüyü buldular. Yaşlı köylü onları Umut Geçidi'nin girişine kadar getirdi. Burada yaşlı köylünün Umut Geçidi ve ondan sonrası hakkındaki tanıtım konuşmasından sonra Serdar geçide girdi. Geçitte elli metre kadar ilerleyip bulduğu kuytu bir köşeye oturdu. Sınırları kesin çizgilerle belirtilmemiş, duruma göre anında değişime uğrayabilecek esnek bir plan hazırlamıştı ve bu planın sadece iskeleti değişmeyecekti. Aslında basit gibi görünen fakat son derece karmaşık olan bu planı kontrolden geçiren Serdar, kendinden önce Umut Geçidi'ne giren idealistler gibi zamanlama hatası yapmayacak, açık alana gündüz değil, gece çıkacaktı.
Serdar hava iyice karardıktan sonra açık alana çıktı. Mümkün olduğunca kenardan, kayalıkların arasından yürümeye başladı. Birden durdu. Gelen vardı. İri, kocaman bir karaltı az ileriden geçti, geçide doğru gitti. Bu bekçi olmalıydı. Daha doğrusu birinci bekçi. Eğer tahminleri doğruysa, mutluluk çiçeğinin yanına gidinceye kadar birkaç tane daha bekçi görmesi muhtemeldi, çünkü yaşlı köylü yetmiş yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorum demişti. Yaşlı köylü doğmadan önce de bu adam bekçilik yaparmış. Bundan dolayı adı mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisine çıkmış. Normal olarak bir adam yüzyıllarca yaşayıp genç kalamayacağına göre, bu bekçi aynı bekçi olamazdı. Bir bekçi sülalesi olabilirdi. Nesilden nesile bekçilik görevini devrediyorlardı birbirlerine.

Serdar tekrar ilerlemeye başladı. Ağaçlığın kenarına yaklaşmıştı ki, bir bekçi daha gördü. Bu birinci bekçi olamazdı, o zaman ikinci bekçiydi. Bir süre yürüdükten sonra ortalığın aydınlanmaya başladığını fark etti. Bu aydınlığın sebebinin mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılar olduğunu biliyordu. Ağaçlar arasında nöbet tutan üçüncü bekçiyi atlattıktan sonra düzlüğe çıktı. İşte mutluluk çiçeği karşısındaydı. Etrafını gündüz gibi aydınlatıyordu. Serdar, mutluluk çiçeğinin yanına yaklaştıkça onun zannedildiği gibi bir bitki değil de, plastik bir maddeden yapılmış dış yüzeyi bulunan – ki bu dış yüzeyin üstünde çiçek kabartması vardı –ansiklopedi büyüklüğünde, kalın bir kitap olduğunu gördü. Bu büyük kitap, yerden iki metre kadar yüksekte bir kaidenin üstünde duruyordu. Kaideye de taş merdivenlerden çıkarak ulaşıyordun.
Serdar esnek olarak hazırladığı planında mutluluk çiçeğinin bitki olamama durumunu göz önünde bulundurduğu için hazırlıksız sayılmazdı. Geriye dönüp ağaçlığın kenarındaki bir taşın üzerine oturdu. Mutluluk çiçeği tam karşısındaydı. Şimdi ne yapmalı ne etmeliydi de mutluluk çiçeğine bir zarar vermeden onun işlevini geliştirmeliydi. Zaman kısıtlıydı. Şu anın gece yarısı olduğunu farz etsen sabah oluncaya kadar sekiz saat vardı. Bu zaman zarfında mutlaka sorun çözülecek, buluş gerçekleşecek diye söylendi.  Serdar kendine has yorumlarla en basitinden başlayarak düşüncesinde fikir üretmeye başladı. Bu fikir üretiminin gerçekleşmesinde – Fikir üretimi: Beyin jimnastiği. Halk dilinde, kafa çalıştırma. – yolda gelirken çeşitli insanlarla yaptığı konuşmalarda ortaya çıkan karakter tablosunun büyük yararı oluyordu. Hafızasına kaydettiği karakterler hatırına geliyordu. Bu onun sorunu çok yönlü olarak düşünmesini sağlıyor, başarı şansını arttırıyordu. Böylece aradan saatler geçti. Sabah güneş doğarken Serdar sorunu çözmüş olmanın gönül rahatlığı içinde son rötuşları yapmakla meşguldü. Buluş gerçekleşmişti.

Birkaç saat daha geçtikten sonra hazır olduğuna inanan Serdar, bekçilerden birisiyle tanışmak için fırsat kollamaya başladı. Bu beklentisinin uzun sürmeyeceği belliydi, çünkü bekçilerden birisi bulunduğu tarafa doğru geliyordu. Serdar hemen oturduğu yerden kalkarak yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve seslendi: " Bakar mısınız, ben buradayım. Evet, size seslenen benim. " Serdar kendisini görüp yanına gelen bekçinin şaşkın bakışları arasında durmadan konuşmasını sürdürdü. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini, amacının ne olduğunu ve sonunda soruna bir çözüm yolu bulduğunu anlattıktan sonra kendisini ailesiyle tanıştırmasını rica etti.  Serdar'ın anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen bekçi: " Olur efendim, tanıştırırım. Onlar sizinle tanışmaktan şeref duyacaklardır. Buyurun, şu taraftan gideceğiz " dedikten sonra, Serdar'ın peşi sıra yürümeye başladı. Serdar'ın geliş yönünün aksi istikametinde ağaçların arasında ilerleyen Serdar ile bekçi, ağaçlık alandan çıktıktan sonra, Umut Geçidi'nin sol tarafında kalan dağın yamaçlarındaki bekçi sülalesinin yaşadığı evlerin bulunduğu yerleşim birimine geldiler. Genç, yaşlı birçok bekçinin etrafına toplanmasını fırsat bilen Serdar, şimdiye kadar ne öğrendiyse, ne biliyorsa her şeyi anlattı. Her çeşit konuda bilgisini ortaya koydu. Bilgi akımı, karakter betimlemesi, karakter tablosu ve fikir üretimi gibi deyimlerin anlamlarını Serdar'ın örnekler vererek açıklamasına karşın, tam olarak anlayamayan bazı genç bekçi adayları pas geçti. Nasılsa Serdar, bir süre daha sizlerle beraber olacağım demişti. Onun boş bir zamanında bu durumu sorar öğrenirlerdi.

Ertesi gün dört kişilik bir bekçi grubu dış dünya ile irtibatlarını sağlayan bir gizli geçitten geçerek Serdar'ın istemiş olduğu ebatlardaki iki aynayı almak için gittiler. Yine dört kişilik bir başka bekçi grubu aynı geçitten geçerek değişik yörelere doğru gittiler. Bu ikinci grubun görevi, gittikleri yerlerdeki canlılar arasında mutluluk hissinin ne şekilde ve ne oranda artışa neden olacağını belirledikten sonra bunu bir rapor halinde çalışma grubuna sunmak olacaktı. İlk giden grup beş gün sonra geri döndü. Aynalar yerlerine takıldığı zaman, gökyüzüne ve toprağa dağılan ve hiçbir şeye faydası dokunmayan mutluluk pırıltıları aynalar vasıtasıyla yansıtılıp, diğer dört yanal yüzeyden yeryüzüne dağılan mutluluk pırıltılarına karışmasına sebep olunacak ve sonuç olarak da, canlıların mutluluktan aldıkları payın yüzde elli oranında artışı sağlandı.  Serdar aynı günün akşamı şerefine düzenlenen törene katıldıktan sonra, ertesi gün çalışma grubuna başvurarak on altı gündür burada olduğunu ve burada kendisine gösterilen ilgiden çok memnun kaldığını fakat Umut Geçidi'nin girişinde dostları bulunduğunu, onları çok özlediğini ve onları daha fazla merakta bırakmamak için, gitmeye karar verdiğini söyledi.

Ertesi gün Serdar ile Metin, yaşlı köylü ile vedalaştıktan sonra yola koyuldular. En kısa yoldan Bay Kemal'in evine varmayı hedefliyorlardı. Serdar ile Metin, Bay Kemal'in evinin yakınına geldiklerinde, Bay Kemal'i evin önünde yardımcısı Vedat'la beraber gezinirken gördüler. Belli ki, Bay Kemal mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılardan payına düşeni almış, ayaklarına can gelmiş, yürümeye başlamıştı. Aradan bir saat geçmeden dördü birlikte yola çıktılar. Onları bu derece hızlı hareket etmeye zorlayan sebep neydi? Serdar olanı, biteni anlattıktan sonra bir an önce doğduğu şehre dönmek istediğini, oradaki arkadaşlarının ucuza çalıştırılmak üzere fabrikaya götürülme durumuyla karşı karşıya olduklarını söylemişti. Bu duruma karşı çıkacak, oradaki arkadaşlarının birer lokma halinde yutulmalarına izin vermeyecekti.

Şehre geldiklerinde şehir meydanında hiç arkadaşı olmadığını gördüler. Serdar geç kaldığını anladı. Üzüntüsü sonsuzdu. Şaşkın bir halde etrafına bakınırken, meydanın kenarındaki evlerin arasından çıkıp " Serdar..Serdar.." diye bağırarak kendisine doğru koşmakta olan bir arkadaşını gördü. Bu Murat'tı. Serdar da, ona doğru koşmaya başladı. Biraz sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar.
Serdar: " Diğer arkadaşlar götürüleli kaç gün oldu? " diye sordu.
Murat: " Üç gün önce. Kamyonlara yükleyip hepimizi fabrikaya götürdüler. Ben bir fırsatını bulup fabrikanın kapısında kamyondan atlayıp kaçtım. Amacım, geri döndüğünde durumu sana anlatmaktı. Senin başarılı olduğunu biliyoruz. Biz sadece işçi adayı olduğumuz ve sonunda nasıl olsa fabrikada ucuza çalıştırılacağımızı düşündüğümüz için, patronun bizler için hazırladığını sandığımız o tek yola girmiş bilinçsizce yürüyorduk. O tek yoldan başka ve çok daha faydalı, yararlı yollar olabileceğini aklımıza getiremiyorduk. Sen, sende doğuştan var olan bu kabiliyetini bizi yönlendirmek için kullanmak istedin. Beynimizdeki sis perdesini dağıtmak istedin. Sen bu durumu bize iyi anlatamadın mı? Hayır, aslında çok iyi anlattın da, biz sana pek kulak asmadık. Yani söylediklerini önemsemediğimiz için dinlemedik " dedi.
Murat'ın söyledikleri Serdar'ın şaşırmasına sebep olmuştu: " Vay Murat! Sen neler biliyormuşsun da benim haberim yokmuş. Ben de o anlattıklarımın boşuna olduğunu düşünüp üzülüyordum. Murat, senden beni ve buradaki arkadaşları fabrikaya götürmeni isteyeceğim. "

Fabrikanın yakınlarına geldiklerinde hava iyice kararmıştı. Fabrikanın dış kapısı kapalıydı. Arkadaşlarının isteksiz olduğunu gören Serdar fabrikanın duvarına tırmandı. Oradan bahçeye atladı. Bahçeyi kontrol ettikten sonra açık bir pencereden fabrikaya girdi. Fabrikanın yönetim odasında bulduğu belgelere göre, köle olarak çalıştırılmak üzere taş ocaklarına götürülmüşlerdi.  Serdar bir süre bu acı durumun üzüntüsünü yüreğinde taşıdı. Zamanla üzüntüsü hafiflemeye başladı. Onlardan ilgi görmediği halde onları kurtarmak için çırpınıp durmuştu. Fakat angaryanın da bir sınırı vardı. Bir idealistin anlattıklarına inansın diye kimseye baskı yapmaya, zor kullanmaya hakkı yoktu. Tek yapacağı inandırmaya çalışmak olabilirdi. Şimdi yeni bir program hazırlaması gerekiyordu. Dünyadaki canlılara faydalı olabilmek amacını güdüyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, bir an bile olsa, heyecanını kaybetmeden, sadece kendine özgü bir biçimde çalışmalarına sonuna kadar devam etmeye kararlıydı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

20

RESSAM VAN GOGH İLE SERDAR YILDIRIM
Zaman gezgini olarak bir araya geldik. Ben bu hikayenin yazarı Serdar Yıldırım ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ressamı olarak adı anılan Hollandalı Van Gogh. Paris'te bir müzayede salonunda Van Gogh'un "Kafede Akşam" adındaki tablosu satıldı. Yüzden kapı açıldı. Yüz on, yüz yirmi derken, iki yüz milyon dolara alıcı buldu. Van Gogh her pey sürüşte vay be, vay be dedi, durdu.

Ben: " Sayın Van Gogh, bu bir dünya rekoru. Bugüne kadar hiçbir ressamın tablosu böylesine astronomik fiyata satılmadı. "
Van Gogh: " Arkadaş, bilmem inanır mısın, ben birkaç tablomla birlikte bu tablomu da mahalle bakkalına bırakmıştım. Tanesine on gulden dersin demiştim. O zamanlar on gulden iki dolar ediyordu. Tabloları alan olmadı. Biri satılsa zeytin, peynir ve ekmek alacaktım. Zaman bana çok zalim davrandı. Yetenek var ama açsın, bırak Van Gogh'un aklı kaçsın. Çıldırmak işten değil. "
Ben: " Sayın Van Gogh, siz ortaya çıksanız, ben bu tabloyu yapan ressam Van Gogh'um deseniz. Tablonuzu satın almak için, fiyat artıran şu dolar milyonerleri, size yüz dolar bağış yapmazlar. "
Van Gogh: " Sen de abarttın ama yüz dolar vermezlermiş? Ben de elli dolar isterim. Vermezlerse intihar ederim. "
Van Gogh müzayede salonunun orta yerine çıktı. Ellerini havaya kaldırdı. Kendini tanıttı. Salondakilerin ağzı açık kaldı. Doğru dediler, bu Van Gogh. Rica etsem bana elli dolar verebilir misiniz? dedi. Başlar öne eğildi.
" Neden ama ? " dedi, Van Gogh. " Herkes bir dolar verse elli dolar toplanır. Bana karşı bu cimrilik neden? "
Sessizlik bir süre devam etti. Sonunda ön sırada oturan bir holding sahibi, şimdi size o parayı verirsek hayatın sıkıntısından kurtulur, rahatlarsınız. Bir daha böylesine üst düzeyde resimler yapamazsınız diye endişe ediyoruz, dedi.

Serdar Yıldırım ayağa fırladı ve gür sesiyle haykırdı: " Hayır, " dedi. " Yalan söylüyorsun. Van Gogh yaşarken parasal yardım yapılsaydı çok daha üst düzeyde, çok daha kaliteli resimler yapardı. O zamanın insanları, nasılsa bu da ötekiler gibi tarihin karanlıkları arasında kaybolup gider, diyerek yardım etmediler. Kim bilir nice ressam, heykeltraş, yazar, şair, sporcu, besteci ve diğer sanatsal uğraş içinde olanlar karanlıklarda kaybolup gitti. Binde bir böyle kaybolmayanlardan biri olan Van Gogh'un eseri milyon dolara satılıyor. Siz aslında insanlığın geleceğini satıyorsunuz ve gelecek yok oluyor, bunu fark edemiyor musunuz? "

Serdar'ın haykırışına cevap veren olmadı. Müzayede salonunda birkaç dakika sonra iki adam kalmıştı. Sessizliği Van Gogh bozdu: " Sen haklı çıktın Serdar, intihar etmeye gidiyorum. "
Serdar: " Dur Van Gogh. Yıl 2018. Senin kadar olmasa da ben de zor durumdayım. Bir iş bulmaya kalksam, hikaye yazma işini bırakmam gerekir. Otuz dört yıllık bir uğraştan vazgeçemem. Bak ben intihar etmem, sen de intihar etme. "
Van Gogh: " O zaman gel beraber intihar edelim. "
Serdar: " Hayır. intihar yok. Acılara birlikte göğüs gereceğiz ve galip geleceğiz. Şimdiye kadar hiç yenilmedim ve sen de yenilmezsin. Önümüze çıkarılan engelleri yıkıp geçelim. "
Serdar anlattıkça Van Gogh'un yüzü bembeyaz kesildi. O'nun anlattıklarını başını indirip kaldırarak tasdik etti. Sen haklısın, ben bir ellerimi yıkayıp geleyim, dedi. Yerinden kalktı, lavaboya doğru yürüdü.

Aradan zaman geçti. Tabanca sesi duyuldu. Serdar lavaboya koştu. Van Gogh yerde yatıyordu. Serdar gözyaşları içinde kaldı. Elli dolar verseler ne yapar eder Van Gogh'a iki tablo yaptırırdım. Bu iki tablo onların elli dolarını fazlasıyla karşılardı. Van Gogh gerçek hayatında tabanca ile yaşamına son verdiğinde otuz yedi yaşındaydı ve hep otuz yedi yaşında kaldı. 1853-1890 yılları arasında yaşamış yoksul bir ressamdı. Kendisini saygıyla anıyorum.

SON