Show posts

This section allows you to view all posts made by this member. Note that you can only see posts made in areas you currently have access to.

Topics - MMustafa

1
Film / Yeryüzündeki Son Bekâr - Komedi Filmi
03 Eylül , 2015, 17:42:41


Tam 43 defa kız istemeye giden Veli, bir türlü evlenemez. Ama bir gün, PDR bölümünde görevli bir Profesörden bu sorun hakkında yardım ister. O da Veli'nin neden sürekli reddedildiğini öğrenmeleri için kız öğrencilerini araştırmayla görevlendirir.

Filmi şuradan izleyebilirsiniz: Yeryüzündeki Son Bekâr - İran Filmi - İZLE - Yeki Kaynak
2
Film / Altın ve Bakır
03 Eylül , 2015, 17:37:35


Bir ilahiyat talebesinin, eşinin hasta olmasından sonra, İslam ilmini hayata geçirmeye çalışmasını konu alan film. Mutlaka tüm kardeş ve bacılarca izlenmeli. Filmi şuradan izleyebilirsiniz:

Altın ve Bakır - İslami Film - İzle - Yeni Kaynak
3
Film / Allah Yakındır
03 Eylül , 2015, 17:36:50


Mecazi aşk ile ilahi aşkı konu alan harika bir film; "Allah Yakındır". Film hakkında bilgi edinmek ve izlemek için şu siteye bakabilirsiniz:

Allah Yakındır - Dini Sinema - İzle - Yeni Kaynak
4
Film / Afganistan Üzerine Bir Film
15 Ağustos , 2015, 21:41:13
Afganistan ve Sineması üzerine bir İran filmi; GÜLÇEHRE



Film Sovyet ve Amerikan işgalleri ve ardından Taliban zulmü içinde kıvranan Afgan halkının ciğerleri yakıp kavuran hazin durumunu ve Afganlıların bir çıkış kapısı arayışını işliyor.

Mutlaka izleyin.
5
Din Bilgisi / Bir çocuk arifin sohbetini bölünce..
02 Ağustos , 2015, 12:35:55
Bir çocuk Manevi Beyan Kuruluşu başkanı İranlı alim Hüccet'ül İslam Ali Rıza Penahiyan'ın tefekkür ve zikir üzerine yaptığı sohbeti bölünce :)

http://www.youtube.com/watch?v=9665AV7pdRg
6
Din Bilgisi / Sarı Bayraklılar
26 Nisan , 2015, 15:13:35
SARI BAYRAKLILAR



Resulullah (s.a.a) buyuruyor: "Yaşı küçük sakalı hafif ve sarışın bir genç çıkar, Mehdi'nin bayrağını taşır ve karşısına dağlar bile çıksa onları ezerek İlya'ya (Kudüs'e) kadar ulaşır." (İmam Suyûtî)

Gaybi bildiriler içeren bu Hadis-i Şerifte belirtildiği gibi; 14 asır sonra, yani günümüzde; genç (yeni bir oluşum) olduğu halde, sahip olduğu iman ve bağlı bulunduğu mektebin gücüyle, Hz. Mehdi'nin sarı bayrağını taşıyan Lübnanlı bu Hizbullahi yiğitler, yeryüzünün en güçlü ordusuna sahip olduğu söylenen İsrail'i defalarca yenilgiye uğratmış, yani dağları ezmeye başlamıştır.

Evet, 1982 yılında kuruluşundan beri, amacı Güney Lübnan ve Filistin'i dış işgallerden kurtarmak olan Hizbullah, Güney Lübnan'da zafer üstüne zafer kazanmıştır. 1990, 1992, 1997 yılındaki zaferler ve 2006 Lübnan-İsrail Savaşı, vs.

Son olarak, Temmuz 2006 harbinin ardından, Lübnan'da ve tüm dünyada Hizbullah'a olan ilgi muazzam ölçüde artmıştır. Bu sebeple, Lübnan halkı ülkede var olan ve Cumhurbaşkanının Maruni mezhebinden bir Hristiyan olmasını, mecliste her fırkayı temsil edecek vekil sayısının sabit oluşunu vs. zorunlu kılan 18 kanununu değiştirmek istemişlerdir. Evet, Lübnan'daki sistem sanki kişiye kendi din ve mezhebinden temsilci seçmek zorunluluğu getirmededir. Ancak ya Hristiyan birisi Müslüman bir Cumhurbaşkanı ve vekil istiyorsa? Ki, istediler ve bu yüzden 1 Aralık 2006'da Milli Birlik Hükümetinin kurulmasına yönelik olan ve Lübnan'da her kesimden insanların katıldığı "Vahdet'ul-Vataniyye" protestosu başladı. Yürüyüş ve oturumlardan oluşan ve yüzbinlerin katıldığı bu gösteri 21 Mayıs 2008'e kadar sürdü. Arap Baharı ilk olarak Lübnan'da başladı desek yeridir.

Pekâla sonra ne oldu? Lübnan ordusu göstericilerden bazılarını öldürdü. Ancak, Hizbullah buna karşı koymadı, acı olsa da bu zehri içti, yutkundu. Çünkü, bu saldırıya karşılık vermenin Lübnan'da 1975-1990 yıllarında gerçekleşmiş iç savaş gibi yeni bir iç savaşa sebep olabileceğini, ve Lübnan'da bir iç savaşın, düşman olan İsrail'in işini kolaylaştıracağını biliyordu Hizbullah. Bunun için Hizbullah kendisini ve Milli Birlik Hükümetini durmadan destekleyen halka teşekkür ederek gösterileri bırakmalarını rica etti.

Şimdi; "Keşke Arap Baharı yaşanan ülkelerdeki hareket ve oluşumlar Hizbullah'ı örnek alsaydı!" diyoruz, değil mi? Evet, Hizbullah, tüm Araplara ve İslam alemine örnektir. Hizbullah, hakkı olduğu halde hükümet ve sistem değişiminden vazgeçti. Ve, ülkeyi iç savaşa koyup daha da viran etmek yerine, ülkedeki İsrail saldırısında yıkılan evleri onarmaya koyuldu. Ve "En Güzel Ahit" programı ile Lübnan'ı imar ve abad etti [1].

Bunun üzerine, BOP'çu süfyaniler (Katar, Suud, Türkiye, vs.), efendileri olan İsrail'in bu imanlı genç hareket Hizbullah ile baş edemeyeceğini anladılar. Ve bu yüzden Hizbullah ile Hizbullah'a yardım eden ülkeler arasındaki ilişiği kesmeye çalıştılar. Amaç, tıpkı Gazze'nin abluka altına alınması gibi, Hizbullah'ın da yalnız ve yardımsız bırakılmasıydı. Bu amaçla, başta, Hizbullah olmak üzere Hamas ve İslami Cihad gibi direniş gruplarının üssü ve en büyük yardımcısı olan Suriye hükümeti devre dışı bırakılmak istendi.

Ve, sözde bir Arap Baharı başlatıldı Suriye'de. Kimin tarafından? Hortumcu olduğu sabit olduğu için, Esed tarafından uzaklaştırılan akrabaları tarafından. Daha sonra da bu olaylar Süfyani rejimlerce (AKP, SUUD, KATAR,..) desteklenilerek koca ülke karıştırıldı. "Ülkenin istikbali seçim ile belirlensin" diyen Esad dinlenilmedi. "Esad gidecek!" diyordu Suriyeli olmayan herkes! Kimisi mezhepçilik, kimisi ırkçılık yapıyordu Suriye Hükümetine karşı. Filistin ve Lübnanlı sünni direniş gruplarına 60 yıldır hiç yardım etmemiş ve bir kurşun dahi vermemiş olan Körfez ülkeleri aniden eşsiz silahlar ve mühimmat sunuyordu sözde Suriyeli özgürlükçü örgütlere. Ama, bunu yemedik! Mümkün mü ki, Hamas, İslami Cihad, vs. gibi Filistinli sünni direniş gruplarına silah yardımı etmemiş rejimlerin Suriye'deki derdi sünnicilik olsun? Mümkün mü ki, Körfezdeki krallıklar, şeyhlikler ve aile saltanatlarının derdi Suriye'de demokrasi olsun? Asla! Amaç, BOP'a hizmet etmeyen ve İsrail işgali karşıtı sünni-şii direniş örgütlerini destekleyen, -dikta da olsa- bağımsız hareket eden bir yönetimin (Suriye), maalesef uşak olan diğer dikta yönetimler (Katar, T.C., Suud, vs.) tarafından saf dışı bırakılmasıydı.

Peki bu din ve vatan hainleri Suriye'ye savaş açmakla ne kazandı? Hiçbir şey!

"İnsanların en kötüsü ahiretini dünyasına satan kimsedir; bundan  daha kötü olan da, ahiretini diğerlerinin dünyasına satandır." [Bihar'ul- Envar, c. 77, s. 46] hadisinin günümüzdeki timsali olan BOP eşbaşkanları, ahiretlerini BOP sahibi Amerikan Firavunlarının dünyalarına sattılar.

Dinini ve adalet anlayışını başkalarının dünyasını abad etmek için satan AKP ve benzeri BOP eşbaşkanları başarılı olabildi mi peki?

"Allah, onlara dünya hayatında zilleti tattırdı. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür..." [Zümer Suresi, 26]

Hayır, bu NATO'cuların sadece ahiretleri gitmedi, dünyada da hüsrana uğradılar.

Çünkü, hadislerde geçen siyah sarıklılar (İran'lı Seyyidler ordusu) ve sarı bayraklılar (Lübnan Hizbullahı) olaya müdahale ederek dağları devirdi. Süfyani rejimlerin Suriye ve Irak'a gönderdiği kafa kesen ve ciğer yiyen vahşi yamyam güruhları, bu ülkelerde darbe üstüne darbe alıyor. Kusayr, Kalemun, Tikrit, ve dahi her yerde.

Öyle ki, Amerikan Senatörü John McCain, itiraf ediyordu: "Suriye'de biz (ABD = NUSRA, IŞİD, ÖSO, vs.) kazanıyorduk. Ancak, İran Devrim Muhafızları ve 5000 Hizbullah askeri gelince işler değişti." [2] [3]

Evet, sadece 5000 Hizbullah askeri işleri değiştirdi. Bunun üzerine, IŞİD, NUSRA, ÖSO, vesaire Suriye'deki tüm sözde özgürlükçü örgütlerin efendileri olan İsrail onların yardımlarına koştu [4]. Defalarca Suriye'nin askeri üslerini defalarca bombardumana tutan İsrail [5] [6] [7], bu defa ciğer yiyen yamyam örgütlere karşı savaş veren Hizbullahi bir seriyyeyi hedef aldı [8] [9]. Ve İsrail'in bu saldırısında İran'lı general Muhammed Ali Allahdadi, Hizbullah'ın meşhur Şehid komutanı İmad Muğniye'nin oğlu Cihad Muğniye ve diğer beş Hizbullah arkadaşı şehid oldu [10] [11]. Ancak, cenaze töreninde intikam yemini eden hizbullah [12] [13] [14] [15] [16], İsrail'e saldırarak onlarca siyonist askeri Cehennem'e gönderdi [17] [18] [19].



Evet, sarı bayraklı Hizbullah, hem İsrail'e karşı, hem de Süfyani münafık rejimlerin gönderdikleri ciğer yiyen yamyamlara karşı zafer üstüne zafer kazanıyor. Ve Irak'ta, Yemen'de, ve dahi nice ülkelerde yeni Hizbullahi oluşumlar doğuyor.

Ve, biz inanıyoruz ki, ayet ve hadislerde belirtilen bu genç hareket zaferi elde edecektir. Evet; "...İşte onlar Hizbullahtır. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Hizbullahtır." (Mücadele Suresi, 22), "... şüphesiz Hizbullah galip gelecektir." (Maide Suresi, 56)

ves-selam.

Muhammed Ali Hüdayar - İslami Link

Dipnotlar:

[1] Lütfen bakınız: Beautiful Pledge... Hizbullah Reconstruction Victory!
[2] John MCCain: "Suriye'de biz kazanıyorduk, ama..." - İslami Haykırış
[3] Amerikan Senatörünün açıklaması - Rast Medya
[4] İsrail Savunma Bakanı: "ÖSO'ya Yardım Ediyoruz" - Nehir Haber
[5] İsrail Suriye Askeri Üssünü Bombaladı - Risale Ajans
[6] Siyonist Ordu Suriye'yi Vurdu - ETHA
[7] İsrail Yine Suriye'yi Vurdu - Nehir Haber
[8] İsrail Saldırısına Tepkiler Sürüyor - İslam Cumhuriyeti Radyosu
[9] İsrail Suriye'deki Hizbullahi Seriyyeyi Hedef Aldı - Mehr Haber
[10] İsrail Suriye'de Hizbullah'ı Vurdu. Hizbullah açıklama yaptı - Nehir Haber
[11] Şehid Oğlu Şehid - Siyaset Mektebi
[12] Şehid Cihad Muğniye'nin taziye merasimi - İslami Davet
[13] Şehid Cihad Muğniye ebedi aleme uğurlandı - on4haber
[14] Şehid Cihad Muğniye'yi yüzbinler uğurladı - Kudüs Günü
[15] Hizbullah'tan İntikam Yemini - Medya Şafak
[16] Şehid Cihad Muğniye'yi yüzbinler uğurladı  - Zeynebiye
[17] Hizbullah'tan İsrail Askeri Konvoyuna Saldırı; Çok Sayıda Ölü Var - İleri Haber
[18] Hizbullah'ın İsrail Konvoyuna Saldırısı - Suriye Gerçekleri
[19] Hizbullah'ın İsrail Konvoyuna Saldırısı VİDYO - İslami Davet TV
7
İran İslam Cumhuriyeti'nde lösemili çocuklar için çalışan kurumlardan biri olan Mahak Bağış Organizasyonunun düzenlediği "Burada Ümit Devam Ediyor" adlı kampanyaya Molfix sponsor olarak katıldı.

İşte İranlıların youtube sitesi olan Aparat'taki o kısa film: İncâ ümit İdame dâred.. (Burada ümit devam ediyor..)

[Ülkemizde genelde ayıp ve ahlaksız şekilde reklam yapan yerli firmanın, ticaret için de olsa, faydalı bir programa sponsor olup reklam yapması güzel bence.]
8
Din Bilgisi / Özgür İnsanların İbadeti
10 Nisan , 2015, 08:23:19
ÖZGÜRLERİN İBADETİ

Rahman ve Rahim (olan) Allah'ın adıyla.

Hazreti İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Bir bölük halk sevap için Allah'a ibadet eder; bu ibadet, tacirlerin ibadetidir. Bir bölük de Allah'a korkudan ibadet eder, bu da kölelerin ibadetidir. Bir bölükse, Allah'a şükretmek için ibadet eder; işte hür kişilerin ibadeti budur." [1]

İmam Hüseyin (a.s.) şöyle buyuruyor: "Bazıları Allah'tan bir şey umarak ibadet ederler; Bu tacirlerin ibadetidir. Bazıları da korkarak ibadet ederler; bu da kölelerin ibadetidir. Bazıları ise Allah'a şükür olarak ibadet ederler; bu da hür insanların ibadetidir; işte en faziletli ibadet budur." [2]

İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur ki: "İnsanlar Allah'a üç şekilde ibadet ederler: Bir grup Allah'a, O'nun sevabına rağbetten dolayı ibadet eder; bu haris insanların ibadetidir. Bir grup Allah'a, cehennem ateşinin korkusundan dolayı ibadet eder; bu da kölelerin ibadetidir. Ama ben Allah'a, sevgiden dolayı ibadet ederim; işte bu kerim insanların ibadetidir."[3]

Yukarıda geçen nakiller gösteriyor ki, ibadetin en üstün şekli Cehennem korkusu ya da Cennet arzusu dolayısıyla yapılan ibadetler değildir; aşkın gereği ve şükür etmek için yapılan ibadettir.

Köle ve tüccar ibadeti olan bizim ibadetimiz, Allah'ı bir akıbet ve sonuca aracı yapıyor. Maalesef Allah bizim asıl amaç ve hedefimiz değil. Onu yalnızca amacımız olan Cennete bir aracı olarak görüyoruz. Allah'a ibadet ediyoruz, çünkü Cennetin zevk ü sefasını arzuluyoruz. Bu da Allah'ı arzulamaktan farklı bir şeydir.

Diğer taraftan ise enbiya, ehl-i beyt ve evliya; Allah'a aşklarından ötürü ibadet ettiler; Allah'ı ibadete layık gördükleri için O'na kulluk ettiler. Onlar için yegâne amaç, akıbet, hedef ve ödül Allah idi. Baldan nehirler veya Cennet köşkleri değil.

Burada karşımıza birkaç soru çıkıyor:

(1) Eğer yukarıdaki bilgiler doğruysa, neden Peygamber-i Ekrem ve Ehl-i Beyt'i nice dualarında Cennet'i istemişler ve Cehennem'den sakınmışlardır?

(2) O hazretler neden Cennet hurileri ve köşklerini dilemişlerdir?

Cevaben deriz ki;

(1) CENNET ve CEHENNEM

Biz Cenneti isterken, zevk ü sefa için istiyoruz, ki rivayetlerde bahsedilen "tacirlerin ibadeti" budur. Ancak evliyaullah Cenneti isterken amaçları farklıdır. Onlar Cenneti Allah'ın dergâhına bir kurbiyet-yakınlık mertebesi olduğu için istiyorlar. Aynı şekilde, Cehennemden korkuyorlar, çünkü o ilahi dergâha uzaklık diyarıdır. Enbiya, ehl-i beyt ve evliya; dergâh-ı ilahiye uzaklığa dayanamaz, sadece kurbiyeti isterler.

Hazreti İmam Ali (a.s) Kumeyl Duasında şöyle diyor:

"[..](Ya Rabbi!) Eğer, beni düşmanlarınla beraber ukubatın' (mahalli olan nâr)a döndürsen (o zaman) benimle 'bela ehli'nin arasını cem'etmiş olursun! Ve (böylece) kendi sevdiklerinle ve dostlarınla (dolayısıyla rahmetinle) benim aramı ayırmış olursun! (Ki, belanın ve musibetin en büyüğü de işte budur!)...

Beni bağışla, Ya Seyyidim! Ve Ya Mevlam! Ve Ya Rabbim! (Diyeyim ki) senin azabına sabrettim... Ama, senin (ve dostlarının) ayrılığına (asla) sabredemem... Bağışla beni (Ya İlahî!) Farzedeyim ki, senin ateşinin sıcaklığına dayandım... Peki, senin nazarından ve kerametinden ayrı kalmağa sabredebilir miyim?... Senin affını reca ettiğim (ve umduğum) halde, ateşi mesken olarak seçebilir miyim?..[..]" [4]

Evet, İmam Ali'ye göre nâr-ı Cehennem çok şiddetli ve dayanılmazdır, ama ondan daha dayanılmaz olan ilahi kurbiyetten uzaklıktır. İmam Ali, Münacaat-ı Şa'baniyye'de Allah'a şöyle yakarıyor:

"[...]Ey Rabbim! Eğer beni suçumla yakalayıversen ben de senin affına sarılırım; eğer beni günahımla yakalayıversen, ben de senin mağfiretine sığınırım; eğer beni cehennem ateşine sokacak olsan, ben de cehennem ehline, seni sevdiğimi ilan ederim.[...]" [5]

Firavun'un karısı Asiye (r.anha) iman ettiği için işkence görürken Allah'a şöyle yakarmaktadır: "Allah, mü'minlere de Firavun'un karısını örnek gösterdi. Hani o şöyle demişti: "Rabbim! Bana dergâhında cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden kurtar. Ve beni şu zalim toplumdan kurtar!"" [6]

Asiye (r.anha) "Bana Cennette bir ev yap" ya da "Bana Cennette, dergâhında bir ev yap" demiyor. "Dergâhında, Cennette bir ev yap" diyor. Çünkü onun amacı ilahi dergâh ve kurbiyetti.

(2) HURİLER ve KÖŞKLER İSTEME

İmam Humeyni (r.a) Adab'us-Salat (Namaz adabı) kitabında Müslümanların materyalist görüşlerini konu ederken bunu işliyor:

"[...]Bu gruptaki kimseler peygamberler ve evliyalar için (a.s) de, cismani makamlardan ve hayvani isteklerin temin edildiği cismani cennetten başka bir şeye inanmazlar. Bunlar uhrevi makamların büyüklüğünü de dünyevi büyüklükler gibi geniş bağlar, akan nehirler, huriler, hizmetçiler ve sarayların çokluğuyla mukayese ederler. Eğer aşk, muhabbet ve ilahi cezbeden söz edilecek olursa, çirkin laflarla sahibine saldırır, adeta kendilerine kötü söz söylenmiş gibi, onu telafi etmeye çalışırlar. Bunlar; insanî yolun engeli, marifatullah yolunun dikeni ve insanı kandıran şeytandırlar. Grup grup Allah'ın kullarını Hakk'tan, isimlerden, sıfatlardan, zikrinden ve yadından alıkoyar ve hayvani hedeflere, karın ve cinsel organlarının şehvetlerine yöneltirler. Bunlar, şeytanın memurlarıdırlar. "Onlar için senin doğru yolunun üzerinde oturacağım" [7] ayeti gereğince, ilahi doğru yolun üzerine oturur, hiç kimsenin hakkıyla ünsiyet etmesine izin vermez ve hayvani şehvetlere bağlılık zulmetinden sayılan hurilere ve köşklere ilgiden kurtulmasına müsaade etmezler. Bunlar Peygamberlerin ve Ehl-i Beyt'in (a.s) dualarından, onların da hurileri ve köşkleri istediklerine dair bir takım deliller de ortaya koyabilirler. Bunlar, muhabbet ve inayetin alameti olan mahbubun bağışına ve yüceliğine bakışı ifade eden Allah'ın kerametini sevmek ile hayvani şehvetin mayasında bulunan huri, köşk ve benzeri şeylerin sevgisini birbirinden ayırt etmemek hatasına düşmüşlerdir. Oysa Allah'ın kerametini sevmek, Allah'ı sevmektir ki buna bağımlı olarak keramet ve inayete de sirayet etmektedir.

"Bütün aleme aşığım ki, bütün alem O'ndandır.
Yemyeşil dünyayı O'ndan olduğu için severim
ve bütün aleme O'ndan olduğum için aşığım." [8]

"Sevgilinin yurdunun sevgisi kalbimi sevindirmemiştir.
Lakin orada yaşayanın sevgisi kalbimi sevindirmiştir." [9]

Yoksa İmam Ali'nin (a.s) huri ve köşklerle ne işi vardır? O hazretin nefsani istekler ve hayvani şehvetlerle ne münasebeti vardır? İbadeti hürlerin ibadeti olan bir kimsenin, mükafatı da tüccarların mükafatı olmayacaktır." [10]

ves-selam.


[1] Nehc'ül Belağa, 237. Hikmetli Söz
[2] Biharü'l-Envar, c.78, s.117. Fazlası için bakınız: İmam Hüseyin'in hikmetli sözlerinden kesitler
[3] Vesail, 1/45/2; Mişkat'ul- Envar, S. 128.
[4] Kumeyl Duası
[5] Şa'ban Ayı Duası - İmam Ali
[6] Kur'an-ı Kerim, Tahrim Suresi, 11. Ayet
[7] Kur'an-ı Kerim, Bakara Suresi, 31. Ayet
[8] Şeyh Sa'di Şirazi
[9] Mecnun Amiri, Cami'uş-Şevahid, s. 220
[10] Namaz Adabı - İmam Humeyni (r.a.)
9
Din Bilgisi / Tesbih Namazının Hikayesi
10 Nisan , 2015, 08:23:00


Tesbih Namazının Hikayesi

Müslümanların Hayber Kalesini Fethettiği ve Hz. Cefer-i Tayyar'ın döndüğü haberi, aynı anda Hz. Peygamber Efendimize (s.a.a) ulaştı. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdular: "Hayber'in Fethinden dolayı mı, yoksa Cafer'in döndüğünden dolayı mı daha çok sevinçliyim bilemiyorum."

Allah Resulü (s.a.a) Cafer'i karşılamak için on iki adım ilerleyerek, ona sarıldı, alnını öptü ve şöyle buyurdu: "Sana bir hediye vermemi ister misin?" Cafer şöyle arz etti: ''Evet, Ey Allah'ın Resulü!''

Müslümanlar Hayber'in Fethinden çokça ganimetler elde ettiklerinden herkes Peygamber'in Cafer'e bolca altın ve gümüş vereceğini zannetti, fakat Peygamber Efendimiz (s.a.a) Cafer'e şöyle buyurdu:

"Sana vereceğim ve öğreteceğim şeyi, her gün aralıksız yaparsan senin için tüm dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır. Savaş meydanından kaçmış olsan da günahların çöllerdeki kum taneleri ve denizlerdeki köpükler sayısınca dahi olsa, yine de Allah senin günahlarını bağışlar."

Sonra bu münasabetle ona Tesbih namazını öğretti. Bu yüzden Tesbih Namazı, Cafer-i Tayyar Namazı olarak da bilinir.
10
Din Bilgisi / Teslimiyet Dereceleri
10 Nisan , 2015, 08:22:34
TESLİMİYET DERECELERİ

Kalbin sıhhat ve sağlığının en temel şartı hakikate teslim olmaktır. Teslimiyetin üç derecesi vardır; cismani teslimiyet, aklî teslimiyet ve kalbî teslimiyet.

Bir savaşta iki düşman birbiriyle karşılaşır ve biri kaybedeceğini hissederse, diğerine teslim olabilir. Bu tür bir teslimiyette, genelde kaybeden taraf yenilginin alâmeti olarak ellerini havaya kaldırır ve savaşmaktan vazgeçer. Hasmının hakimiyeti altına girer. Yani, hasmının  verdiği emirlere göre hareket eder.

Bu tür bir teslimiyette beden teslim olmuştur, ancak akıl teslim olmaz; aksine sürekli olarak isyan ve başkaldırıyı düşünür; rakibini nasıl tekrar alt edebilme fırsatı yakalayacağına dair planlar yapar. Bu akıl ve mantığının durumudur; his ve duygularına gelince, onlar da sürekli olarak düşmanı kınar, tel'in eder. Güç ve zor ile en fazla bu tür bir teslimiyet -yani cismani teslimiyet- elde edilebilir.

Teslimiyetin ikinci derecesi, akıl ve mantığın teslim oluşudur. Aklın teslim olmasını sağlayacak kuvvet mantık gücüdür. Burada fiziksel güç hiçbir şey elde edemez. Üçgenin iç açıları toplamının, iki dik açının toplamına eşit olduğunu bir öğrenciye fiziksel güç kullanarak kavratmanız imkansızdır. Matematiksel önermeler mantıklı şekilde izah ve isbat edilmelidir, bu başka şekilde olamaz. Eğer yeterli delil var ve akla sunulur ise, ve akıl da bunu kavrarsa akıl teslim olur, dünyanın tüm güçleri bu teslimiyete karşı çıksa da.

Herkesçe bilinmektedir ki, dünyanın hareket ettiği ve Güneşin sistemde merkez olduğu inanışlarından ötürü Galileo'ya işkence edildiğinde, diri diri yakılma korkusundan ötürü tövbe etmiş; yere şunu yazmıştır: "Galileo'nun tövbesi dünyayı durduracak değildir."

Güç, bir kimseyi sözünü geri almaya zorlayabilir, ama insanın aklı mantıkla ikna oluş dışında başka bir şeye teslim olmaz. "...de ki; "Eğer doğru iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi."" (Bakara Suresi, 111)

Teslimiyetin üçüncü derecesi, kalbin teslimiyetidir. İmanın gerçeği kalbin teslimiyetidir. Kalbin teslimiyeti olmadan, dilin veya düşünce ve aklın teslimiyeti, iman değildir. Kalbin teslimiyeti;inkar ve inatçılığın izale-yok olup, kişinin tüm varlığının teslim olmasına eşittir.

Mümkündür ki, kişi bir fikir ve düşünceye akıl ve mantık açısından teslim olmuştur ama ruhi açıdan teslim olmamıştır. İnsan önyargıdan ötürü inatçılık ederse, veya kişisel menfaatleri yüzünden hakikate teslim olmayı reddederse; aklı teslim olmuştur, ama ruhu isyankârdır ve  teslimiyeti yoktur. Ve işte bu yüzden imanı yoktur. Çünkü, imanın hakikati kalbin ve ruhun teslimiyetidir.

Allah (subhanehu ve teâla) Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, hepiniz birden silm'e (teslimiyete) girin, Şeytan'ın izini izlemeyin..." (Bakara Suresi, 208) Yani, ruhunuz aklınızla savaş halinde olmamalıdır; hisleriniz algılarınızla savaş içerisinde olmamalıdır.

Kur'an'da geçen Şeytanın hikayesi de, aklı teslim olduğu halde kalbinin imansızlığına örnektir. Şeytan Allah'ı biliyor, Ahiret gününe inanıyor,  ve Peygamberleri ve makamlarını biliyordu. Aynı zamanda, Allah ondan kafir olarak bahsediyor: "...kâfirlerden oldu." (Sad Suresi, 74)

Şeytanın Allah'ı bildiğine delil, Kur'an'ın açıkça şeytanın itirafından bahsetmesidir. Şeytan, Allah'a hitaben şöyle diyor: "...beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Araf Suresi, 12)

Kıyamet gününe inandığına dair delil ise şudur: "Rabbim dedi, onların tekrar dirilecekleri güne dek mühlet ver, yaşat beni." (Hicr Suresi, 36)

Peygamberleri ve diğer masumları tanıdığına dair delil ise şudur: "Senin izzetin hakkı için onların hepsini saptıracağım; ancak muhlis kulların müstesna, dedi." (Sad Suresi, 82-83)

Sadece amelleri ile değil, tüm varlıklarıyla pâk ve masivadan arınmış muhlis kullardan kasıt Enbiyaullah, Evliyaullah ve Masumlardır. Şeytan onları da biliyor, ismet ve masumiyetlerine inanıyordu.

Şeytan tüm bunları bildiği halde, Kur'an-ı Kerim onu kafir olarak adlandırıyor. Bu sebeple, sadece tanıma ve bilmenin veya aklın teslim olmasının kişinin mü'min olmasına yeterli olmadığını anlıyoruz. (Mü'min olmak için) başka bir şey daha gereklidir.
Kur'anî açıdan, onca bilgisine rağmen şeytan neden kafir olarak görülmektedir?

Açıktır ki, aklı hakikati kabul ederken, hisleri hakikat ile savaşa kalkmıştır. Kalbi aklına karşı isyan etmiş, kibir göstererek hakikati reddetmiştir. Yani, onun kalbî teslimiyeti yoktur.

Not: Bu yazı, İngilizce dilinde yayın yapan İlham Dergisi'nin, Allâme Murtaza Mutahhari'nin "Islam and Religious Pluralism" adlı kitabından alıntıladığı kısa bir iktibasın tercümesidir.
11
İKİ EMANET ve Ümmetin Gamsızlığı

Peygamberimizin (s.a.a) bıraktığı iki emanet nelerdir?

Sekaleyn (iki ağır emanet) diye bilinen meşhur hadis-i şerif şöyledir:

"Ben size paha biçilmez iki ağır emanet bırakıyorum: Biri, Allah'ın kitabı; diğeri ise itretim ve 'Ehl-i Beyt'imdir. Bunlara (Kur'an ve Ehl-i Beyt'e) sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmeyeceksiniz! Ve bunlar biribirinden büyüktür (azamdır)! Bunlar, kıyamet kopuncaya (havuz başında bana kavuşuncaya) kadar, asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır! Bunlar hakkında bana nasıl halef olacağınıza (onlara karşı nasıl muamele yapacağınıza) dikkat ediniz!" [1]

Bu meşhur hadis-i şerif her şeyi açıklamaktadır. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) iki mübarek emaneti; Kur'an-ı Kerim ve mutahhar Ehl-i Beyt'tir. Ve Ehl-i Beyt, Kur'an-ı Kerim'in birer mücessem timsali olduğu için onunla eşdeğerdir. Ve her kim ilahi kelâm olan Kur'an-ı Kerim'e ve yaşayan-yürüyen-canlı Kur'an-ı Kerim mesabesinde olan Ehl-i Beyt'e sarılırsa kurtulacaktır. Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt'ten uzaklaşan ise helak olacaktır.

Burada akla şöyle bir soru gelmektedir: Sekaleyn hadisi ile bu iki ağır emanetin "Kur'an ve Ehl-i Beyt" olduğu kesin olarak anlaşılmasına rağmen, bazıları neden "Kur'ân ve Sünnet" diye tutturmaktadır? Bu mezkûr hadis ile çelişmiyor mu?

Aslında hayır. Her ne kadar, Kütüb-ü Sitte'de geçmese de ve sadece bir yerde nakledilse de "Kur'an ve Sünnet" rivayeti, yukarıdaki Sekaleyn hadisi ile çelişmiyor. Çünkü, Peygamberin Ehl-i Beyti sünnetten ayrı bir şey değildir.

"Size iki ağır emanet bırakıyorum, Allah'ın kitabı ve Ehl-i Beytim!" (Meşhur Sekaleyn Hadisi)
"Size iki ağır emanet bırakıyorum, Allah'ın kitabı ve sünnetim!" (Diğer bir rivayet)

Acaba, Peygamberimizin (s.a.a) farklı vesile ve fırsatlarda bize İKİ EMANET bıraktığını belirtmesi; birinde ikinci emanetin Ehl-i Beyt olduğunu, diğerinde de bu ikinci emanetin sünneti olduğunu belirtmesi tesadüf müdür? Elbette ki hayır!

Her işinde ve sözünde bir hikmet olan Yüce Resul (s.a.a) bununla bize şunu anlatmaktadır: Ehl-i Beyt sünnetten farklı değildir. Çünkü, İmam Ali, Hz Fatıma ve çocuklarından oluşan Ehl-i Beyt, tâ doğumlarından itibaren Peygamber dizinde yetişmişler ve bir an dahi ondan ayrılmamışlardır. Bu yüzden, Resulullah'ı en iyi tanıyan, gece ve gündüz yanında olup, onu gözlemleyen ve dinleyen, ve yaptığı her işin farkında olan Ehl-i Beytdir. Yani, sünneti en iyi bilen ve yaşayan, ve sünneti vasıtalarıyla öğrenmemiz gereken tek kaynak yine Ehl-i Beyttir.

Evet, Ehl-i Beytin yaşamı ve sözleri Peygamberin sünnetinden farklı değildir. Eğer öyle olsaydı, İKİ EMANET yerine, ÜÇ EMANET denirdi, değil mi?

Üstad Said Nursi (r.a) de, bu gerçeğe binaen, sekaleyn hadisini nakledip şöyle der:

"Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim." Çünki Sünnet-i Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.[2]

Evet, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) sünnetini yaşam ve rivayetleri ile muhafaza edip aktaran Ehl-i Beyttir. Ve sünnetin öğrenilmesi gereken pınar Ehl-i Beyt kevseridir. Ancak ne yazık ki, (özellikle ehl-i sünnet adını kullanan) bazı hadis kitaplarında, dönemin bağilerinden dahi rivayetler alındığı halde, Ehl-i Beyt İmamlarından rivayetler alınmamıştır. Bu da ümmeti asıl sünnetten kısmen uzaklaştırmıştır. Peki sünnetin ihyası ve diriltilmesi için çare nedir?

Sekaleyn hadisinde belirtildiği gibi, Ehl-i Beyte temessük edip sarılmakla sünnet-i seniyye diriltilebilir. Bunu yapmak için de, tarihi ve siyasi bazı kişiliklerin dışladığı ve maalesef cahilce takip ettiğimiz bazı yanlışlara son vermek, ve Ehl-i Beytten rivayetlerle dolu olan şii hadis kitaplarından DA faydalanmak gerekir.[3]

Sünni bir alim olan Üstad Said Nursi bunun farkına varmıştır. Yani; Ehl-i Beyt hakkında aşırıcılığa kaçmama ve itidale sahip olma bahanesinin, aslında Ehl-i Beyt'e sarılmama ve rivayetlerinden hiç faydalanmamaya ve dolayısıyla SEKALEYN'den uzaklaşıp helâke sebebiyet vereceğini fark etmiş, ettirmiştir. Ve Üstad Said Nursi, tarihi-siyasi kişilerin yanlışlarını tekrar etmemiş, aksine mensubu ve zamanındaki öncüsü olduğu Ehl-i Sünnet dünyasını SEKALEYN'in ikincisi olan Ehl-i Beyt'in rivayetleri ile (ki sünnetin aslı bunlardır) buluşturmaya çalışmıştır. Bunun için, bir başlangıç olarak, şii hadis kitaplarında nakledilen dualardan bazılarını ehl-i sünnet dünyasına tanıştırmıştır. Mücir Duası, Münciye Duası, Cevşen-i Kebir, Celcelutiye ve Ercüze duaları gibi, Sünnilerin (özelde Nur Talebelerinin) de vird-ü zebanı olmuş bu terennümler şii hadis kitaplarından alınmıştır.

Ümidimiz odur ki, farkında olan ulema ve geleceğin ulema adayları gençler, Said Nursi'nin açtığı bu yolu devam ettirirler. Hem SEKALEYN'in ikincisi olan EHL-İ BEYT'e (ki sünnetin asıl menbaı-kaynağı ve muhafızı onlardır) temessük edip sarılabilmemizde bize öncülük ederler; hem de İslam dünyasını şii-sünni birbirlerinin kaynaklarından faydalanarak, SEKALEYN'de buluşturur vahdet-ittihad ederler.

Evet, zaman vahdet zamanıdır. Ve vahdet için, SEKALEYN pınarından kısmen içmiş bu iki büyük mezhep (sünni-şii) ve ehl-i tasavvuf mensupları, birbirlerinden faydalanmalıdır.

Ey Türkiyeli şii kardeşler! Hata bulmak amacıyla değil; faydalanmak amacı ile bir sünni alimin (özelde son asır müceddidlerinin) kitabını okudunuz mu? Said Nursi'nin Risalesini? Seyyid Kutub'un Fi Zilal'ini? Değil mi ki, İran İslam İnkılabı lideri, İmam Ali Hamaney'in kendisi Fi Zilal'i ve Seyyid Kutub'un diğer eserlerini Arapçadan Farsçaya tercüme etmiştir ki İslami İran ve Afgan halkı bu sünni alimin tefsiri ve diğer kitaplarından da faydalansın? İmam Seyyid Ali Hamaney'i örnek alma zamanı gelmedi mi?

Ve ey Türkiyeli sünni kardeşler! Hata bulmak amacıyla değil; faydalanmak amacı ile bir şii alimin (özelde son asır müceddidlerinin) kitabını okudunuz mu? İmam Humeyni'nin Kırk Hadis Şerhini, Ali Şeriati'nin Hacc'ını, ve geçen asrın Gazalisi olan Murtaza Mutahhari'nin kitaplarını okudunuz mu? Şia kaynaklı dualardan faydalanan Said Nursi'yi örnek alma zamanı gelmedi mi?

Ey sünni ve ey şii kardeş! Bu kitapları okumadıysak, SEKALEYN'den eksiksiz olarak faydalanmış olur muyuz? Mezhepçi ve taifeci olduğumuz ve İslam'ı bir ekole sınırladığımız halde; Havz-ı Kevser'de Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'i (a.s) ile buluşmayı arzulayabilir miyiz? HEYHAT!

Zeynep K.


[1] Müslim (Arapça) 7/122, (Tercüme) 10/252; Hakim 3/109, 149, 533; Müsned-i Ahmed 3/14; Tirmizi (Arapça) 5/620, (Tercüme) 6/313-316; İbn-i Kesir 13/7099-7101. (Konu hakkında ilmi bir araştırma için AŞURA KÜLTÜRÜ adlı kitabın mukaddimesine bakabilirsiniz.)
[2] Risale-i Nur, Lem'alar, Dördüncü Lem'a.
[3] Ancak, şii hadis kitaplarındaki (mesela; Tuhef'ul Ukul, Nehc'ül Fesahe, Bihar vs.) ehl-i beytin hadis rivayetlerinden faydalanırken, o hadisleri derleyip kitaplaştıran ravilerin masum olmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Tıpkı sünni hadis kitaplarının derleyen kişiler gibi, rivayetler sahih mi, değil mi şeklinde değerlendirirken onlar da hatâ etmiş olabilirler. Biz sünni ve şii hadis kitaplarındaki hadisleri Kur'an-ı Kerim ve akıl terazisinde tartmalıyız, ayrıca o zamanın ve zeminin ve her bir hadisin muhataplarının kimler olduğunun farkında olarak hadisleri incelemeliyiz. Eğer, bunları göz önünde bulundurmazsak, Sünniliğin sapık kolu olan Vahabi ve Selefilikten ve Şiiliğin sapık kolu olan Ahbarilikten (özetle akılsızlığın sonucundan) kendimizi kurtaramayız.
12
Dua Paylaşımı / Şaban Ayı Duası
10 Nisan , 2015, 08:21:25
Münacaat-ı Şabaniyye, Hazreti İmam Ali (as) efendimizin Şaban ayında okuduğu duadır.

MÜNACAAT-I ŞABANİYYE

Allah'ım, Muhammed (s.a.a.) ve Âl-i Muhammed'e rahmet eyle ve seni çağırdığımda duamı icabete eriştir, sana seslendiğimde çağrımı işit, sana yalvarıp yakardığımda bana bak.

Ben sana doğru yönelmiş, sana boyun eğip yalvararak ve katındaki sevabı dileyerek huzurunda durmuşum.

Nefsimde olanı biliyorsun, ihtiyacımdan haberdarsın, içimdekine vakıfsın. Döneceğim yer ve mekân, söylemek istediğim söz, dile getirmek istediğim ihtiyaç ve akıbetim için umduğum şeyler sana gizli değildir.

Ey Efendim! Senin takdir ve hükmün, ömrümün sonuna dek benden vuku bulacak her şeyde, zahir ve batınımda câridir. Kemal ve eksikliğim, yarar ve zararım başkasının elinde değil, senin elindedir.

Ey Rabbim! Eğer beni rızkından mahrum bırakırsan artık kim bana rızık verebilir! Eğer bana, yardım etmeyerek yalnız bırakırsan, kim bana yardım edebilir!

Ey Rabbim! Gazabından ve azabının inmesinden sana sığınırım.

Ey Rabbim! Eğer ben rahmetine layık değilsem, sen geniş fazlın ve rahmetinle bana bağışta bulunmaya layıksın.

Ey Rabbim! Güya şimdi (kıyamet kopup da) huzurunda durmuşum, sana olan güzel tevekkülüm başıma gölge düşürmüş, kerem ve ihsanına layık olan şeyi yapmışsın ve affınla benim günahlarımı örtmüşsün.

Ey Rabbim! Eğer beni affetsen, zaten affetmeye senden daha layık kim vardır?
Eğer ecelim yaklaşmış ve amelim beni sana yaklaştırmamışsa, günahlarımı itiraf etmeyi affına bir vesile kılıyorum.

Ey Rabbim! Nefsime bakmakla (yönelmekle) kendime zulmettim, eğer beni affetmezsen yazıklar olsun bana! Ey Rabbim! Hayatım boyunca, lütuf ve ihsanın benden kesilmemiştir; öyleyse ölümümde de lütuf ve ihsanını benden kesme.

Ey Rabbim! Nasıl ölümümden sonra, senin bana olan hüsn-ü nazarından ümidimi keseyim, oysa sen hayatımda iyilikten başka bir şey yapmadın bana.

Ey Rabbim! Sana yakışır şekilde işlerimi yoluna koy ve cehalet bataklığına batmış bir günahkâra kendi lütuf ve fazlın ile rahmeyle.

Ey Rabbim! Dünyada birçok günahlarımı (halktan) sakladın, ahirette onları saklamana daha muhtacım ben. Ey Rabbim! Günahlarımı salih kullarına açmayarak lutfettin bana; öyleyse kıyamet günü bütün yaratıkların karşısında rüsvay etme beni.

Ey Rabbim! Bağışın arzumu çoğalttı; affın ise amelimden daha üstündür. Ey Rabbim! Kullarının arasında hükmettiğin gün, kendi likanla (huzuruna çıkmakla) beni mesrur eyle.

Ey Rabbim! Senden özür dilemem, mazeretinin kabul olmasından müstağni olmayan (çaresiz) kimsenin özür dilemesidir. Öyleyse mazeretimi kabul buyur, ey günahkârların, kendisinden özür dilediği en keremli zat.

Ey Rabbim! Hacetimi reddetme, dileğimi boşa çıkarma, lütuf ve kereminden ümidimi kesme.

Ey Rabbim! Eğer aşağılığımı isteseydin beni hidayet etmezdin; eğer rüsvay olmamı irade etseydin beni kurtarmazdın.

Ey Rabbim! Uğruna ömrümü tükettiğim ihtiyacımı karşılamada beni reddedeceğini hiç sanmıyorum.

Ey Rabbim! Daima artan ve tükenmek bilmeyen sevdiğin ve razı olduğun ebedi, daimi ve sonsuz hamd-u sena sana mahsustur.

Ey Rabbim! Eğer beni suçumla yakalayıversen ben de senin affına sarılırım; eğer beni günahımla yakalayıversen, ben de senin mağfiretine sığınırım; eğer beni cehennem ateşine sokacak olsan, bende cehennem ehline, seni sevdiğimi ilan ederim.

Ey Rabbim! Eğer amelim, sana itaatin yanında küçükse, sana olan ümidin yanında arzum büyüktür.

Ey Rabbim! Nasıl dergâhından mahrum ve ümitsiz geri döneyim, oysaki keremine olan hüsn-ü zannım, beni bağışlanmış ve kurtulmuş olarak geri döndürmendir.

Ey Rabbim! Ömrümü senden gaflet etme pisliğinde tükettim, gençliğimi senden uzak kalma sarhoşluğuyla geçirdim. Ve verdiğin nimetle mağrur olduğum ve gazabına doğru gittiğim günlerde gaflet uykusundan uyanamadım.

Ey Rabbim! Ben senin kulunum ve kulunun oğluyum, huzurunda durmuş ve kereminle (lütfunla) sana tevessül etmiş bulunuyorum.

Ey Rabbim! Kulun olarak huzurunda, hâyâmın azlığından yaptığım kötü amellerimden sıyrılarak sana yöneliyor ve senden af talep ediyorum; çünkü af, senin kerem ve lütfunun özelliğidir.

Ey Rabbim! Beni muhabbetin için uyarmadan önce sana isyan etmekten beni alıkoyacak bir gücüm yoktu. (Muhabbet ışığını kalbimde yandıktan sonra ise) nasıl olmamı istediysen öyle oldum; beni kerem ve lütfuna dahil ettiğinden ve kalbimi senden gaflet etme kirlerinden temizlediğinden dolayı sana şükrediyorum.

Ey Rabbim! Ey aldanandan uzak olmayan yakın! Ey mükâfatını ümit eden esirgemeyen cömert! Kendisini çağırdığında sana icabet eden ve yardımınla amele sevkettiğinde sana itaat eden kimseye baktığın gibi bana bak.

Ey Rabbim! İştiyakla sana yaklaşan bir kalp, doğruluğu sana yükselen bir dil ve değeri, sana yaklaşmaya vesile olan bir bakış bana bağışla

Ey Rabbim! Seninle tanınan, şöhretsiz; sana sığınan, zelil; ve kendisine teveccüh ettiğin kimse de başkalarına köle olmaz

Ey Rabbim! Senin yoluna koyulan aydınlanır ve sana sığınan korunur; ey mevlam, ben sana sığındım; rahmetine olan hüsn-ü zannımı boşa çıkarma, ra'fet (ve lütfundan) beni mahrum etme.

Ey Rabbim! Beni, kendi dostlarının arasında; rahmetinin artmasını ümid eden kimsenin ikâmet ettiği yerde yerleştir.

Ey Rabbim! Seni sürekli anma istek ve aşkını bana ilham eyle (kalbime yerleştir;) ve bana isimlerine ve kudsinin mahalline ulaşma gayret ve neşesi ver.

Ey Rabbim! Kendi yüce zatın hürmetine beni de sana itaat edenlerin mahalline ve razı olduklarının güzel menziline kavuştur. Çünkü ben, nefsimi savunmaya kadir değilim, ona bir yarar vermeye de gücüm yetmez.

Ey Rabbim! Ben senin günahkâr ve zayıf bir kulunum ve sana yönelen kölenim. Öyleyse beni, kendilerinden yüz çevirdiğin ve gafletleri kendilerini, affından alıkoymuş kimselerden kılma

Ey Rabbim! Her şeyden kopup sana yönelmeyi bana bağışla. Kalp gözlerimizi, sana bakmak nuruyla aydınlat; öyle aydınlat ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını (perdelerini) yırtsın ve azamet madenine ulaşsın, ruhlarımız da kudsünün izzetine bağlansın.

Ey Rabbim! Beni, çağırdığında sana icabet eden, baktığında (teveccüh ettiğinde) celal ve azametin için kendinden geçen ve gizlide kendisiyle münacat ettiğin, açıkta senin için amel eden kimselerden kıl.

Ey Rabbim! Ye's ve ümitsizliği hüsn-ü zannıma galip kılmadım ve ümidimi kereminin güzelliğinden kesmedim.

Ey Rabbim! Eğer hatalarım beni, senin yanında düşürüp zelil etmişse o halde beni, sana olan hüsn-ü tevekkülümle affet. (Sana bel bağladığım için beni bağışla.)

Ey Rabbim! Eğer günahlarım beni, lütfunun keremlerinden uzaklaştırmışsa, şüphesiz şefkatinin keremine olan yakinim beni (sana yönelmek için) uyarmıştır.

Ey Rabbim! Eğer gaflet, sana kavuşmaya hazırlanmaktan beni gaflete düşürmüşse, değerli nimetlerini tanımak beni uyandırmıştır.

Ey Rabbim! Eğer büyük azabın beni ateşe çekiyorsa, büyük mükâfatın da beni cennete doğru çekiyor.

Ey Rabbim! Öyleyse (isteyeceğim her şeyi) senden istiyorum ve sana yalvarıp niyaz ediyorum; senden Muhammed ve Âl-i Muhammed'e rahmet etmeni ve beni, daima seni anan, ahdini, bozmayan, şükründen gafil olmayan ve emrini hafife almayan kimselerden kılmanı istiyorum.

Ey Rabbim! Beni, seni tanımam, senden gayrisinden yüz çevirmem, yalnız senden korkmam ve emirlerini gözetmem için izzetinin güzel nuruna kavuştur; ey celal ve ikram sahibi Allah. Ve Allah, Resulü Muhammed'e ve onun tertemiz Ehl-i Beyt'ine salat ve çokça selam eylesin.

Kaynak: İslami Beyan
13
Dua Paylaşımı / Nur Duası
10 Nisan , 2015, 08:20:32
Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve âlih) Hz. Fatıma'tü'z-Zehra (selamullahi aleyha)'ya öğrettiği NUR DUASI:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Nur olan Allah'ın adıyla. Nurun nuru olan Allah'ın adıyla. Nur üstüne nur olan Allah'ın adıyla. İşleri evirip çeviren Allah'ın adıyla. Nuru nurdan yaratan Allah'ın adıyla. Nuru nurdan yaratan, nuru Tur dağına, satır satır yazılmış bir kitap hâlinde, yayılmış İnce deri üzerine, ölçülmüş bir miktarda, bezenmiş elçiye indiren Allah'a hamdolsun. İzzetiyle anılan, övüncüyle ünlenen, darlıkta ve bollukta şükredilen Allah'a hamdolsun. Allah'ın salât ve selâmı efendimiz Muhammed'e ve O nun yoluna tâbi olanlara olsun."[1]

[1] Bihar'ul-Envar, Arapça, c.43, s.66. Türkçe çevirisi, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin "Duanın Anlamı" başlıklı kitapçığının son sahifesinden alınmıştır.

Duayı Arapça olarak buradan farklı okuyucuların sesiyle dinleyebilirsiniz: Hz Fatıma'nın (selamullahi aleyha) NUR DUASI
14
Kitap / Onlarca Dini E-Kitap
24 Mart , 2015, 10:22:38
Bismillah. Selamun aleyküm.

Muhtelif dini yayınevlerinden onlarca güzel İslami kitabı pdf formatında e-kitap olarak bilgisayarınıza kaydedip okumak isterseniz lütfen şuraya tıklayın ve arşiv olarak indirin: http://www.yadi.sk/d/XCnmgoyfepSbN

Umarım faydalı olur. Teşekkürler. Selametle.
15
Din Bilgisi / Allah ile konuşmak
23 Mart , 2015, 19:01:58


Dedim: Çok yalnızım !.

Dedin: ...Ben ki sana çok yakınım!. (Bakara-186).

Dedim: Evet biliyorum sen bana yakınsın ama ben senden uzağım, keşke ben de sana yakın olabilseydim!.

Dedin: Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret!. (Araf-205)

Dedim: Bu da senin yardımını ister!

Dedin: Allah'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?! (Nur-22)

Dedim: Tabii ki, beni affetmeni çok isterim!.

Dedin: (Öyleyse) Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tövbe edin. Gerçekten benim rabbim, esirgeyendir, sevendir!. (Hud-90)

Dedim: Çok günahkârım, bu kadar günahla ben ne yaparım?!

Dedin: Allah'ın, kullarının tövbesini kabul edeceğini.. ve Allah'ın tövbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?! (Tevbe-104).

Dedim: Defalarca tövbe edip tövbemi bozdum, artık yüzüm kalmadı!.

Dedin: Allah aziz ve bilendir, o günahları bağışlayan ve kullarının tövbesini kabul edendir!. (Ğafir-2/3).

Dedim: Bunca günahım var,hangisinin tövbesini yapayım?!

Dediin: Allah bütün günahları bağışlayandır!. (Zümer-53).

Dedim: Yani yine gelsem yine beni bağışlar mısın?!

Dedin:Allah'tan başka günahları bağışlayacak olan yoktur!. (Ali İmran-135).

Dedim: Ne kadar güzelsin Allah'ım! Bilmiyorum bu sözlerin karşısında niçin böylesine içim içime sığmıyor ve erimeye başlıyorum, seni çok seviyorum!.

Dedin:Şüphesiz ki Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever!. Birden "İlahım ve Rabbim benim senden başka kimim var"? dedim!. Sen de "Allah kuluna yetmez mi?!"? (Zümer-36).

Dedim: Sen ki beni bu kadar çok seviyorsun ve bana karşı bu kadar iyisin ben ne yapabilirim?!

Dedin: Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen Odur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir!. (Ahzap-41/43).

Kendi kendime dedim: Allah'ım seni çok ama çok seviyorum!


Alıntıdır. Kaynak: Hajij (Hacılar Portalı)
16
TERBİYEYE ENGEL OLMAYAN SEVGİ

Bazı baba ve anneler, çocuklarını haddinden fazla sevdikleri için, onların kötü yönlerini asla göremezler. Bazı zamanlar çocuklarının hatasını görür veya başkalarından duyarlarsa, onları rahatsız etmek istemedikleri için, o yanlışlığı görmezden gelirler ve onu tedavi etmeye çalışmazlar.

Başka çocuklara eziyet eden, insanları zahmete düşüren, başkalarının kapısını, duvarını tahrip eden, camı kıran, küfreden, insanların malına zarar veren ve... edepsiz çocukları görmüşsünüzdür.

Ama onların bilinçsiz baba ve anneleri, onları yaptıkları bu çirkin işlerden alıkoymamakla yetinmeyip aptalça gülerek veya onları yersiz yere savunarak onları bu işlere teşvik ederler. Böyle budala baba ve anneler, yersiz muhabbetleri ile dostluk örtüsü altında çocuklarına karşı en büyük hıyaneti yapmış olurlar ve bu zulûm Allah indinde hesapsız kalmayacaktır.

Çocuğu sevmek, onun terbiyesinden gafil olmanız ve onun istediği her işi yapmasına izin vermeniz manasına gelmez. Sevgi, terbiye etmek için bir araçtır, terbiyeye mani olmamalıdır.

En üstün baba ve anneler, çocuğa karşı olan sevginin hesabını, onun terbiyesinden ayırteden çocuklarını samimi bir şekilde seven, ama gerçekçi gözle, onların yanlışlıklarını ve beğenilmeyen sıfatlarını gören ve makûl bir yöntemle onları ıslah etmeye çaba sarfeden baba ve annelerdir. Çocuk, kötü ve çirkin işleri yapmada özgür olmadığını ve böyle işleri yaptığı takdirde cezalandırılacağını bilmelidir.

Devamlı korku ile ümit arasında yaşamalıdır. Baba ve annenin sevgisine güvenmemeli ve kötü işleri karşısında onların sertlik ve öfkelerinden korkmalıdır.

Çocuklarını seven baba ve anneler şunu bilmelidirler ki, çocukları her zaman küçük kalmayacak ve daima onların yanında olmayacaktır. Tam aksine, o, büyüyecektir ve toplumda yaşamak ve insanlarla içiçe olmak zorunda kalacaktır.

Eğer yaşama ve davranış kurallarını bilmezse ve başkalarının haklarına saygı göstermezse halk tarafından sevilmeyen biri durumuna düşer ve insanların ilgi ve sevgisini elde edemediği için iyi ve rahat bir yaşantıdan yoksun olur. Halk, baba ve anne değildir; dolayısıyla sizin hatalarınızı gözardı etmez.

İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurur: "Babaların en kötüsü sevgi ve ihsanda, haddini aşan kimsedir."(1)

Hazreti İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Kendisine edep yüklenen kimsenin kötülükleri azalır."(2)

İmam Muhammed Bâkır (a.s) buyuruyor ki: "Babam, oğlu ile yürüyen bir adamı gördü. O edepsiz çocuk babasının koluna yastlanmıştı. Babam Zeynulabidin (a.s) o edepsiz çocuğa o kadar kızdı ki ömrünün sonuna kadar onunla konuşmadı."(3)

(1)- Tarih-i Yakubi, c.2, s.320.
(2)- Gurer-ul Hikem, c.2, s.465.
(3)- Bihar-ul Envar, c.74, s.64.

İbrahim Emini - TEBYAN
17
Din Bilgisi / Bir Namaz
10 Şubat , 2015, 22:51:38
Bir Namaz



Selime üç aydır mescide gidemiyordu. Ezan sesini duyduğunda, her zamankinden daha çok mescide gitme arzusu uyanıyordu onda... Çok, ama çok özlemişti mescidi, orada kılınan o muazzam cemaat namazlarını... Bebeğini dünyaya getireli üç ay olmuştu. Onu yanına bırakıp gideceği kimsesi olmadığından, bu müddet zarfında mescidden ve cemaat namazından bütünüyle mahrum kalmıştı. Kocası seyyar satıcıydı; hurma satardı, ailesinin geçimini sağlayabilmek için sabah erkenden evden çıkar, akşama değin Medine sokaklarını dolaşır dururdu... Bu sebeple de ne ev işlerine yardımcı olabilecek vakti vardı; ne de bebeğe bakması için bir dadıya verecek parası... Selime buna rağmen, hayatından memnundu. Fakat yine de ezan sesi kulağına çalındığında bir garip hüzün çöküveriyordu yüreğine... Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve âlih), mescide hayat veren o sımsıcak ve yumuşak sesini hatırlıyordu hemen... Ezan sesini duyduğunda, tıpkı geçmiş günlerde olduğu gibi çabucak mescide gidip cemaate katılabilmeyi ne kadar da arzuluyordu... Ne yazık ki bu arzu, üç aydır yüreğinde kalmıştı.

Üç ay önce doğum yapmıştı. Onun ilk çocuğuydu bu... Yavrucak hep ağlıyordu, rahatsızdı, susmak bilmiyordu bir türlü... Bu yüzden Selime genellikle çok yorgun ve uykusuzdu. Mescide gidip cemaate katılır ve Resulullah'ın (s.a.a) ardında namaza duracak olursa bütün yorgunluğunu unutacağını, içinin mutlulukla dolup, yeniden neşesine kavuşacağını bilmiyor değildi. Fakat bebeği kime bırakacaktı? Kimsesi yoktu ki...

Hava kararmak üzereydi. Tam o sırada ezan-ı Muhammedî sesi Medine semalarında çınladı: "Allah-u Ekber!"...

Selime'nin yüreğine o âşina hüzün bulutu çökmüştü yine... Gözleri bebeğine takıldı, bakışlarını ondan ayırmaksızın bütün varlığıyla ezanı dinlemeye başladı... Yavrucak uyuyordu, pek sakindi bugün... Selime'nin tahammülü kalmamıştı artık. Resulullah'ın (s.a.a) cemaatine katılmalıydı. Aceleyle yerinden doğrulup abdest aldı, giyinip örtündükten sonra itinayla yavrusunu kucağına alıp evden çıktı. Hızlı adımlarla mescide doğru yürümeye başladı. Heyecanla etrafına bakındı; adımları âdetâ kendiliğinden mescide sürüklüyordu onu. Tedirgindi, cemaate yetişebilecek miydi acaba?.. Mescidin kapısına vardığında rahat bir nefes aldı, namaz henüz başlamamıştı. Cemaate yetişebilmenin verdiği coşkun bir mutlulukla mescide girdi. Bu sırada kucağındaki yavrusuna takıldı gözleri, uyanmıştı; gözlerinin içi gülüyormuşcasına tatlı bakışlarıyla gülümsüyordu annesine. Selime'nin sevincine diyecek yoktu, "Keşke daha önce akıl edebilseydim bunu!.." diye söylendi kendi kendine, "Boşuna sıkmışın kendimi demek ki... Daha önce de çocuğumu yanıma alır, mescide gelebilir ve cemaatle namaz kılabilirdim pekâlâ... Hem de Resulullah'ın arkasında... Onun imametinde kılacağım bir rekat namaz bile büyük ganimettir benim için!.. Onunla cemaat kılmak varken, evde tek başıma nasıl kılabildim namazlarımı bunca süre?!"

Birden müezzinin "Namaz başlıyor, acele edin!" diye bağırdığını duydu. Çabucak kendini toparlayıp saflara doğru yürüdü, bir safta durup boş bir yer aramaya başlamıştı ki Resulullah'ın (s.a.a) tekbir sesini duydu. İftitah tekbiriydi bu, namaz başlamıştı.

Selime, bebeğini yavaşça yere, mescid zeminine serilen hasırın üzerine bıraktı. Çocuk sakindi... İçinden, namaz bitinceye kadar onun böylece sakin durmasını ve üç aydır cemaat namazı kılamayan annesinin bunca özlemden sonra ilk namazını gönül huzuruyla kılmasına izin vermesini diledi. Ardından, hemen hazırlanıp tekbir getirerek namaza durdu.

Resulullah'ın (s.a.a) gönüllere hayat veren, kalpleri huzurla dolduran sesi duyuluyordu şimdi... Onun sesinden başka çıt yoktu mescidde... Mescidin duvarları, dışarıdaki kuşlar, hatta gökyüzü bile onu duyabilmek için susmuştu âdetâ. Selime, Resulullah'ın (s.a.a) tilâvet ettiği Hamd suresi'ni dinliyordu bütün varlığıyla... Bu sureyi Resulullah'ın (s.a.a) ağzından duyabilmek, üç aydır nasip olmamıştı ona... Allah Resulü, Hamd suresi'nin âyetlerini sakince, tane tane okumadadaydı. Selime'nin kalbi, tarifi imkansız bir coşkuya garkolmuş, sınırsız bir huzura gömülmüştü.

Resulullah'ın (s.a.a) tekbir sesiyle herkes rükuya vardı: "Subhâne rabbiy'el âzimî ve bihamdih..."

"Allah-u Ekber!"..

İşte tam bu sırada... Tekbir sesinin hemen ardından ansızın yükselen bir bebek çığlığı, mescidin bütün sessizliğini bozuverdi...

Selime'nin bebeğiydi bu!.. Dünya başına yıkılmıştı birden sanki... Mescidin huzur veren sessizliği, onun bebeğinin çığlıklarıyla bozulmuştu işte!.. Pek utandı, ne yapabilirdi ki?! Namazını bozamazdı, bebeğin çığlıklarıysa dinmek bilmiyordu hiç!.. Selime, namazın nasıl bittiğini anlayamadı; mahcubiyetten kıpkırmızı olmuştu yüzü.. Bebeğini mescide getirmekle herkesin huzurunun kaçmasına sebep olduğunu düşündükçe mahcubiyeti artıyor, çocuğunu mescide getirdiği için kendisini suçluyordu. Bütün dileği, namazını bir an önce bitirip çocuğunu alarak, mescitten hemen uzaklaşabilmekti.

"Allah-u Ekber!"

Herkes doğrulmuştu, Selime de doğruldu. Çocuk halâ ağlıyordu...

Namazın ikinci rekatı çok çabuk bitmişti. Resulullah (s.a.a) Hamd suresi'nin ayetlerini aceleyle okumuş, rüku ve secdeyi de çabucak tamamlamıştı. Namazın üçüncü rekatı da her gün alışılagelen süreden daha erken bitti.

Selime'nin bebeği olduğu gibi ağlamaktaydı. Ne yapacağını bilemiyordu; aklı hep bebeğinin yanında olduğundan, Resulullah'ın (s.a.a) o gün namazı çok erken bitirdiğini farkedemedi. Selime, bebeğinin namaz kılanları rahatsız ettiği, mescidin huzur ve maneviyatını dağıttığı düşüncesiyle üzgün ve mahcup bir halde çocuğunu alıp çabucak mescitten çıkmak istedi. Ansızın Resulullah'ın (s.a.a) gülümseyen çehresiyle karşılaştı! Resulullah (s.a.a) Selime'nin bebeğinin yanına diz çökmüş, ona bakarak gülümsüyorlardı!.. Allah Resulü'nün gülümseyen yüzünü gören bebek hemen sakinleşivermişti, artık ağlamıyordu!..

Mesciddeki cemaat, o gün namazın bir hayli erken bitmesini şaşkınlıkla karşılamış, buna bir anlam verememişlerdi. Resulullah'ın (s.a.a) namaz biter bitmez kalkıp gittiğini görünce de şaşkınlıkları bir kat daha arttı. Resul-ü Ekrem (s.a.a) çok geçmeden geri dönmüştü, hemen etrafına toplanıp bu davranışının hikmetini sordular. Hz. Peygamber, "Duymadınız mı?" buyurdular, "Bir bebek ağlıyordu..."

Mescidde bulunanlar, o bebeğe yardımcı olabilmek için Resulullah'ın (s.a.a) namazı erken bitirdiğini anladılar.

Selime, mahcup değildi artık... Bebeğini şefkatle kucaklarken "Seni gidi yaramaz..." diye mırıldandı, "Öylesine ağlayıp şamata kopardın ki, Resulullah (s.a.a) bizzat ilgilendi seninle. Büyüdüğün zaman bu olayı hatırlatacak ve Resulullah'ın (s.a.a) çocukları ne kadar sevdiğini anlatacağım sana."

Alıntıdır. Kaynak: Kevser Yayıncılık
18
Din Bilgisi / Arifler ve AŞK
10 Şubat , 2015, 22:50:48
ARİFLER AÇISINDAN AŞK

Geçen bölümde felsefeciler ve Akliyyunun kamil insanını incelerken onlara göre insanın özü ve zatının "akıl"dan ibaret olduğunu, akıl dışında her şeyin ancak vesile kabul edilip insanın özüne ait bir parça şeklinde yorumlanmadığını belirtmiş ve felsefecilere göre "ben"in akıl, düşünce ve mantık gücü demek olduğunu söylemiştik.

Tasavvufçulara göre akıl ve düşünce gücü insanın "ben"i değildir; bu güç ancak bir araç mesabesindedir. İnsanoğlunun gerçek"ben"i, onların "gönül" ya da "kalp" diye tanımladığı şeydir; bu sebeple insan, benliğine akılla değil, gönülle kavuşur, esasen onun bütün benliği kalp ve gönülden ibarettir. Felsefecilerin akıl adını verdikleri "öz benlik"i tasavvufçular "gönül" olarak saptamış ve insan gerçeğinin düşünce gücü değil, gönül ve kalp olduğu neticesine varmışlardır. Tasavvufun sözünü ettiği kalp, maddi vücutta yer alan ve bir parça etten ibaret olan yürek değildir; manevi kalptir, "gönül" dür, insanoğlunun bütün duygu ve isteklerinin merkezidir. Keza bu "gönül" de düşünceye yer yoktur, orada ancak "his" vardır. Dolayısıyla tasavvufi idrake düşünceyle değil, "his" ve "sezgi"yle varılır.

İnsanoğlunun en güçlü duyguları olan aşk ve sezginin arif ve tasavvufçu nazarında fevkalade ehemmiyeti vardır. Meselenin bu noktasında şunu da hemen belirtelim ki tasavvufçunun sözünü ettiği aşk kavramı, günlük hayatta alışılagelen aşk kelimesinin aktüel anlamı değildir. Aktüel anlamda aşk, cinsel bir kelimedir, cinsi duyguları anlatır. Arifin mevzubahis ettiği aşksa ilahi aşktır; insanı Allah'a yaklaştırır. Onun aşkı Rabbidir, arifin sevgilisi Allah'tır, herhangi bir insan ya da şu veya bu şey değildir. Üstelik tasavvufçuya göre bu aşk sadece insana özgü de değildir. Bütün yaratıklarda aşk vardır, bütün mevcudat ilahi aşkı taşır ve yaşar. Tasavvuf kitaplarında bu mesele başlıbaşına bir bölüm teşkil eder, özellikle tasavvuf eğilim gösteren "Esfar" gibi tanınmış felsefi eserlerde "aşkın bütün mevcudatta cereyan eden bir gerçek olduğu" hususunda özel bir bölüm ayrılmıştır. Onlara göre aşk, bütün mevcudatta cereyan ve sereyan halinde olan yegane gerçektir. Bu sebepledir ki "teneffüs ettiğimiz şu havada, toprakta, taşta ve bütün atom parçacıklarında -ilahi- aşk vardır" derler. Tasavvufçuya göre zaten yegane gerçek de aşktır; yâni ilahi aşk dışında ikinci bir "gerçek" yoktur, bu aşk dışında kişinin gördüğünü ya da var olduğunu zannettiği herşey mecazidir. Mevlana bunu şöyle anlatır:

"Aşk bir okyanustur. Gök ise bu okyanusa nispetle bir köpük gibi... Züleyha'nın Yusuf'a vurgun oluşu gibi tıpkı..."[1]

Evet, arifin nazarında aşk bir okyanus; gök ve bütün tabiat ise bu okyanusun küçücük bir zerresi gibidir. Onun nazarında aslolan ilahi aşktır; yerin ve göğün bu aşka nisbetle değeri, hemencecik sönüveren bir köpüğün değerinden fazla değildir. Nitekim Hafız şöyle der:

"Biz görkem ve makam için gelmedik bu diyara.
Kaderin cilvesi sonucu sığındık buraya aslında.
Yokluktan başlar bu yolculuğumuz, biz aşk menzilinin yolcularıyız.
Varlık diyarına varabilmek için bunca yolu kat ederiz biz."

Hafızın bu şiiri Sahife-i Seccadiye'den alınmış [2] bir cümlenin tercümesidir, fevkalade derin bir mana taşır:

"Allah'a hamd, Resulüne ve soyuna salat ve selamdan sonra... Allah Teala bütün alemi yokluktan yaratmış ve ibda etmiştir ("ibda etmiştir"den maksat, alemin belli bir örnek ve benzer üzerinde yaratılmadığı, kendine has bir özellikle yoktan var edildiğidir). Ardından aleme -bütün yarattıklarına- kendi sevgisini vermiş, onlara ilahi aşkı kazandırmıştır." [3]

Hafız bu cümleye istinadan kendisinin yokluk dünyasından varlık dünyasına geldiğini ve ilahi aşkla var olabilmeyi başardığını söyleyerek dünya yaşantısının bunca meşakkatine bu aşk ve bu varlığa ulaşabilmek için katlandığını anlatır.

KEMÂLE ULAŞMANIN YOLU

Tasavvufçuların deyişiyle insanoğlu için bütün alemde ilahi aşktan başka bir gerçek ve değer mevcut olmadığına göre" onun nazarında insan gerçeği nedir?" sorusuna bir cevap aramak gerekir. Zira tasavvufçuyla felsefeci arasında gayet açık bir görüş farklılığı vardır burada. O, felsefeci gibi insan gerçeği "düşüncedir" dememekte, insan gerçeğinin "gönül" olduğunu söylemektedir. Tasavvufçunun gönül dediği şey de ilahi aşkın merkezinden başka birşey değildir. Burada şöyle bir netice çıkmaktadır ortaya: Tasavvufçunun "ben"i düşünen bir ben değil, gönülden seven ve aşık olan bir "ben"dir.

Felsefeciye göre kemale ermek isteyen bir insan bunu ancak akıl ve düşünceyle başarabilir; mantık gücüyle, istidlalle, kıyasla, sebep ve sonuç ilişkilerini en ince ayrıntılarıyla hesaplayıp doğru teşhiste bulunmayla mükemmelleşebilir. Oysa ki tasavvufçuya göre bunlara hiç de gerek yoktur:

"Arif kişide okuma -yazma harf ve istidlal arama !
Kar gibi apak ve tertemiz bir yürekten başka bir şey yoktur onda"

Evet, tasavvufçu sebep ve sonuç ilişkileriyle ilgilenmez, mantık ve istidlale itina etmez; onun için önemli olan tertemiz bir kalbe sahip olmak, nefsini tezkiye ve terbiye edip ahlak-i rezilaneden arıtmak ve elinden geldiğince Hak'tan gayrı hiç bir şeye ilgi ve temayül göstermeyip bütün kalbiyle Allah'a yönelerek onu gayri ilahi isteklere götürebilecek olan nefsini kontrol etmektir. Tasavvufçu "Allah'tan başka hiçbir düşünceye yer verme kalbinde" der. Zira Allah'tan ve O'nun aşkından başka her düşünce bir kara dev gibidir, bir canavardır. İçinde bu canavarı taşıyan bir kalbe meleğin (ilahi nur) girebilmesi mümkün değildir. Hafız bu düşünceyi şöyle anlatır bir şiirinde:

"Karar verdim, başarmaya çalışacağım
Üzüntülere son verecek bir şey yapacağım !
Gönül halvetgahı ağyarın sohbet mekanı değil !
Dev çıkınca melek girer bu gönle
Ahkam sohbetleri uzun gecelerin karanlığı gibidir.
Işığı güneşte ara, sen çağırsan o gelir.
İnsafsız dünya ağasının kapısında ne kadar bekleyeceksin daha?
Bekleye dur sen hele, "gelecek" diye kahya...
Hazine bulmak istiyorsan dilenciliği bırakma
Bu yolun yolcusunun öğüdü bu, unutma."

Bu dünya görüşüne göre insanı kemale götürecek yegane şey nefsin ıslahı ve terbiyesidir; bu anlamda kişi nefsini terbiye ettiği ve Allah'tan başka hiçbir düşünceye zihninde yer vermediği ölçüde kemale erecek ve mükemmelleşecektir. Arif kişi bunu başarabilmek için dış dünyadan kopmalı, arzu ve isteklerini elinden geldiğince yenerek köreltmeli ve bütün varlığıyla kendi iç dünyasına kapanmalıdır. Onu kemale götürecek yegane yol budur; ilmi araştırmaların, sebep -sonuç ilişkileri üzerine yapılacak tartışma ve incelemelerin, istidlaller ve mantık mukayeselerinin hiçbir faydası yoktur. Mevlana bu inancı şöyle anlatır:

"Mantıkçıların temeli yaş tahtaya benzer
Yaş tahtaya ise ayak basılmaz elbet."[4]

Mevlana diğer bir şiirinde ise bu görüşü şöyle dile getirir:

"Akılcının sözü inci mercan olsa da
Candan söz edenin sözü bambaşkadır
Can bahsi apayrı bir mevzudur şüphesiz
Can kadehi bambaşka can katar canlara."[5]

Netice nedir ? Bilgi ve düşünceyi esas alan felsefeci ya da akılcıya göre bilgi ve mantıkla yürüyen insan sonunda başlıbaşına bir cihan olacaktır; bilgi, düşünce ve mantıktan müteşekkil bir cihandır bu. Ona göre düşünce ve mantık gücüyle yola çıkarak kendisini bilgiyle donatan kişi, neticede bütün varlık alemini -genel de olsa- kendi beyninde şekillendirecek ve zihin gücüyle bu alemin bütününü aklında yansıtarak kavrayabilecektir. Başka bir deyişle hekim -bilge- kişinin varacağı yolun sonu bilgi ve "dünyayı görmek"tir. Peki, "arif"in yolunun sonu nereye varmaktadır acaba? "Arif"in yolunun sonu "varmak"tır, "görmek" değil! Peki, neye varmak ister o ? Hakk'ın zatına ! Ona göre, insanoğlu kendi içini temizleyebilir ve aşk bineğine binerek yoldaki menzilleri daha mükemmel bir insanın (pir) öncülüğü ve kılavuzluğunda kat edecek olursa sonuçta onunla Allah arasında mevcut bütün hicaplar -örtü ve perdeler- ortadan kalkacak ve tasavvufçunun deyişiyle kişi -arif- Allah'a ulaşacak, O'na kavuşacaktır. "Kur'an'da "Likaullah"tan söz edilmektedir" der. Tasavvufçunun varmak istediği ve istekle varacağına inandığı sonuç budur. O, tepeden tırnağa bilgi ve düşünce dünyası kesilme arzusunda değildir, varlık alemini bütünüyle kendi içinde yansıtabilecek bir ayna olabilme peşinde de değildir. O, yansıtmaktan ziyade alemin merkezine varmak azmindedir:

"...Ey insan, şüphe yok ki sen, Rabbine ulaşmak için meşakkatler içinde didinir durursun da sonunda O'na kavuşursun..." [6]

Evet, o makama varan kişi her şeye sahiptir artık, onun her şeyi vardır, ancak bu makama varabilmeyi başaran kimsenin artık hiçbir isteği de kalmamıştır. Meselenin püf noktası da buradadır işte; öyle bir makama varıyorsunuz ki size her şeyi veriyorlar, ancak burada sizin O'ndan başka hiçbir şeye ilginiz yoktur artık. Ebu Said Ebu'l Hayr bunu şu şiiriyle çok güzel anlatır:

"Seni tanıyan kişinin can nesine gerek?
Ev-bark, çoluk-çocuk, nesine gerek?
Aşkınla deli olana iki cihanı verdin
Sana vurgun olana iki cihan ne gerek?"

Evet, hiçbir şey istemediği bir sırada her iki cihanı da bağışlıyorsun ona... Seni tanımadığı sürece her şeyi isteyip durur, fakat o zaman vermezsin. Seni tanıyı verdiği zamansa her şeyi verirsin ona, ancak bu sefer de onun hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmamıştır artık. Seni tanıyan biri ancak seni ister; senden başka hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmaz onun. Zira sen dünya ve ahiretin ötesinde bir gerçek, bütün isteklerin ötesinde bir sevgilisin.

Burada mezkur tasavvufi görüşlerin İslami ölçülere uyup uymadığı bahsine girmeyeceğiz. Zira bu son derece teferruatlı bir açıklamayı gerekli kılmaktadır. Ancak buraya kadarki açıklamalardan sonra asıl konumuz olan kamil insan hakkında tasavvufi görüşün ne olduğu ve tasavvufta kime "kamil insan" denildiği mevzunun belli bir netlik kazandığı şüphesiz. Tasavvufçu görüşünde kamil insan Allah'a ulaşabilen, O'nu bulabilen insandır; bu insan Allah'a kavuşunca bütün Esma ve Sıfat-ı ilahinin mazharı oluverir. Başka bir deyişle O'na kavuşan arif, Zat-ı Hakk'ın kendisinde bütünüyle zuhur ve tecelli ettiği bir ayna durumuna gelir. Daha önceki bahislerimizde felsefecilerin kamil insan olarak tanımladıkları modelin İslam nazarında kamil değil, nispeten kamil insan olduğunu belirtmiştik. Şimdi de tasavvufçu görüşün kamil insan modelini ele alacağız. Burada önce şu soruya belli bir cevap aramak gerekir: İslam'da nefsini tezkiye etme ve nefsini arıtmaya çalışma gibi bir mesele sözkonusu mudur? Bu sorunun cevabının "evet" olduğunu hemen belirtelim, zira mesele, Kur'an'da da sarihen geçmekte:

"Andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir..." [7] ve ardarda geçen on bir yeminden sonra Kur'an-ı Kerim mealen şöyle buyurmaktadır: "Kurtuluşa erenler, nefislerini tezkiye edip kendilerini arıtanlardır; nefislerini fasid ve kendilerini tebah edenlerse zavallı olup gitmişlerdir elbet..."

-------------------------
[1]- Mesnevi, s.520
[2]- Sahife-i Seccadiye, İmam Seccad Zeynelabidin (a.s) hazretlerinin tanınmış eseridir, ilmi ve irfani muhtevası ve edebi değeri pek yüce bir eserdir - çeviren-
[3]- Sahife-i Seccadiye, 1. Dua.
[4]- Mesnevi, s,56.
[5]- Mesnevi, s,41.
[6]- İnşikak, 6.
[7]- Şems, 9-10.


Alıntıdır. Kaynak kitap: İnsan-ı Kâmil - Murtaza Mutahhari
19
Din Bilgisi / Hz Şuayb (a.s.) ve Namaz
10 Şubat , 2015, 22:49:13
Hz Şuayb (a.s) ve Namaz




ŞUAYB(AS)'IN KISSASI VE NAMAZIN HAKİKATİAHMET YASİN YİĞİTOĞLU

Şuayb (as), Yüce Rabbimizin göndermiş olduğu hidayet önderlerindendir. Merhum İmam Humeyni Hazretlerinin beliğ ifadesiyle: "Hidayet yolunun piri ve insanlık âleminin öncüsü" dür.Hakikaten de Şuayb (as) hidayete ulaştıran eşsiz bir kılavuz ve insaniyet mektebinin en mümtaz şahsiyetlerinden biridir. Kur'an-ı Kerim muhtelif yerlerde Şuayb nebinin kıssasından örnekler sunmuş ve onun namazına özel bir vurgu yapmıştır. Bizler de meseleyi bu cihetiyle ele almaya çalışacağız.

Medyen ve Eyke halklarına peygamber olarak gönderilen bu yüce nebinin hayatı ve mücadelesi bizler için hayati derslerle doludur.Şuayb peygamber kavminin hidayete ermesi için var gücüyle çalışmış, onların hak yola muhalif hal ve davranışları üzerine onları ciddi manada ikaz etmiştir. Ancak çoğunlukla ilahi davetine menfi yanıtlar almıştır. Şuayb peygamber onlara: "... Ey halkım! dedi. Yalnız Allah'a ibadet edin çünkü sizin ondan başka ilahınız yoktur. Hem ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizin bolluk içinde olduğunuzu görüyorum. Ama böyle devam edecek olursanız, sizi azapla kuşatacak olan bir günden korkuyorum." (Hud 11/84). Kavminin bu ikazlara yanıtı ise şöyle oldu: "Şuayb! Atalarımızın taptıkları tanrılarımızı terk etmeyi yahut mallarımız konusunda istediğimiz şekilde davranmamızı senin namazın mı emrediyor." (Hud 11/87).

Bu ayetlerin muhtelif boyutları olduğunda hiç kuşku yok. Lakin burada namaza muazzam ve fevkalade bir vurgu var. Bu ayetlerden namazın ferdi boyutunun yanında içtimai-iktisadi ve siyasi boyutunun da olduğunu anlıyoruz. Evet, namaz insanı miraca yükselten çift kanatlı bir binek gibidir ki bir kanadı küfürden rahatsız olmayı diğer kanadı ise küfrü rahatsız etmeyi temsil eder. Mü'minin namazı ancak bu şekilde kâmil bir namaz olur. Aksi takdirde kul namaz kıldığını sanır oysa "Vay o namaz kılanların haline ki onlar kıldıkları namazlardan gafildirler." (Maun Suresi 4-5. Ayetler). ayetinin açık bir muhatabı olur da farkına dahi varmaz. Şuayb nebinin namazı kâmil bir namaz idi. Zira o kavminin yaptıklarından rahatsız oldu. Namazı iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı gerektirdiği için de onları ikaz etti. Şanlı nebinin bu ikazı elbette ki onları rahatsız etti.

Şu halde namaz; bireye birtakım sorumluluklar yüklemeli ve onu hak yolunda uğraşı için harekete geçirmelidir. Şuayb nebinin inkârcı ve isyankâr kavmiyle aynı habis ruhu taşıyan şer odaklar o namazdan rahatsız olmalılar. Namaz iman ile inkâr arasında bariz bir farkı ifade eder. Küfürden teberra etmenin adıdır namaz. Şirkten, isyandan, tuğyandan, şehvet, zulüm ve nifaktan beri olmaktır. Nitekim kâinatın andelibi olan Muhammed (as)'ın namazı da böyle bir namaz idi. O kıyama durup Rahman'ın ayetlerini kıraat etmeye başladığında müşrikler dehşete kapılıyordu ve onun namazını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Alak suresi ise Namazdan alıkoyanı görmedin mi" şeklinde yanıt veriyordu bu insanlara. Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki namazı böyle bir namaz idi. Aşura'daki namaz ruhun Rahmana yükselişinin bir numunesiydi. Ki peygamber reyhanesi az sayıdaki ashabıyla savaşın en şiddetli anlarında namaz için durmuş ve habis ruhlu insanlar ona namazda saldırmıştı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin mecliste ikame ettiği namaz da böyle bir ruha sahipti.

İslam tarihi Hz. Ömer ve Hz. İmam Ali gibi yüce şahsiyetlerle Mihrab şehidi kavramıyla tanıştı. Ve günümüzde de Ramazan El Buti ile Şeyh Ahmet Yasin gibi şahsiyetler bu ulvi mertebeyi kazandılar. Zira onların da namazı bir meydan okumaydı. Saray mollalarından farklılardı. Bir tarafta çok güzel namaz kıldırıp güzel tilavetle kuran okuyan kimseler İslam düşmanlarınca ödüllendirilirken öte yandan böylesi şahsiyetler şehit ediliyor. Peki niçin? Çünkü bu insanların rehberi Şuayb nebiydi. İman ve hakikat dersi almışlardı bu kutlu nebiden. Kadı Şureyh değillerdi. Şuayb nebi gibi hatibul enbiyaydılar. Siyonistler ve Siyonizm'e hizmet eden, bu korsan rejimin bekçiliğini yapanlar bu nurani simaları hazmedemediler. Onların kıyam bildirisi hükmünde olan namazlarına tahammül edemediler. Birini sabah namazı çıkışında habis Siyonistler, diğerini ise tekbirlerle kafa kesen, insan eti yiyen haricilerin çağdaş halefi olan sözde Müslüman ama hakikatte Siyonizm'in maşası olan vahabiler hunharca katlettiler. İşte bu mübarek şahsiyetlerin şanlı şahadetleri bize öğretti ki namaz küfre karşı mevzilenmenin, tavır almanın ve duruş sergilemenin adıdır. Tekbirlerle Müslüman boğazlayanların namazı namaz değildir. ABD ve Siyonist İsrail'den aldıkları silahlarla Müslümanları hedef alanların namazı namaz değildir. Dünyanın muhtelif yerlerinden Müslümanların katliam haberleri gelirken ve kardeşlerimizin feryad u figanları gök kubbeyi titretirken onlardan bahsetmeyip namazın rükunlarından bahsedenlerin namazı namaz olamaz. İyiliği emredip kötülükten sakındırma farizasını yerine getirmediği için gece namazına durdukları halde helak edilen kavmin durumu sözlerimize delil olarak kâfi gelmektedir.

İlahi bizleri namazı hakkıyla eda edenlerden eyle. Ayaklarımızı hak üzere sabit kıl ve mukaddes dininin düşmanlarına karşı bizlere güç ve zafer ver.

Alıntıdır. Kaynak: www.halkhaber.org
20
Din Bilgisi / Nebevi Sünnette Ahlaki Eğitim
10 Şubat , 2015, 22:48:19
Nebevi Sünnette Ahlaki Eğitimin Hedefi

Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt'in sünnetinde ahlaki eğitimin nihai hedefi, kendi ahlaki vazifesini çeşitli şekillerde, müstakil olarak veya muteber mercilere başvurarak teşhis edebilecek, iç ve dış etkilerin tesiri altında kalmadan kendi görevleriyle amel edebilecek öğrencilerin eğitilmesidir.

Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt'in sünnetine dikkat edilecek ve bazı beşeri ahlaki eğitim ekolleriyle kıyaslanacak olursa Peygamber'in (s.a.a) ve Ehlibeyt'in  sünnetinde ahlaki eğitim hedefi, ne aklı ve düşünceyi tamamen kenara atmakta, ne de gereğinden fazla büyütmektedir. Aksine beşeri aklı gerçek haddi ve ölçüsünde olduğu gibi görmektedir. Diğer taraftan onların sünnetinde vahyin yüce bir yeri olmasına rağmen hiçbir zaman beşeri aklın ve anlayışın yerine geçmemiştir. Diğer bir deyişle Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt'in  sünnetinde ahlaki eğitimin hedefi gerçekçi bir bakış açısıyla hem aklın hakkını vermekte hem de vahyin. Yani hiçbiri bir diğeri bahane edilerek uzaklaştırılmamaktadır.

Ahlaki Eğitimin Önemi

Müslüman âlimlerin görüşüne göre ahlak ilmi en yüce ilimdir. İbni Miskeveyh bu hususta şöyle söylemektedir:

"Bu ilim diğer tüm ilimlerden daha iyidir. İnsanın davranışını, insan olduğu için iyileştirmeye çalışmaktadır." [1]

Bu yüzden İslam âlimleri Müslüman talebelere bütün ilimlerden önce ahlak ilmini öğrenmeyi ve nefis tezkiyesi yapmayı tavsiye ederler. Ahlak ve ahlak eğitiminin öneminin sırrı, insan ruhunun da bedeni gibi sağlıklı ve hastalıklı olabilmesinde gizlidir. Bu yüzden Allah Teâla münafıkların ruhunu hasta olarak nitelendirmekte ve haklarında şöyle buyurmaktadır:

"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır." [2]

Ruhi hastalıkların en önemlisi insanda rezil ahlaki sıfatların varlığıdır. Bu hastalığın varlığı kötü etkiler bırakır. Öncelikle bu hastalığa sahip olanların iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırma kudreti zayıflamaktadır. Meşhur atasözünde sağlam kafa sağlam vücutta bulunur denmektedir. Bu atasözü bedenin sağlığı için aklın salim olması gerektiğine dair önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Yani hakkın derk edilebilmesi ve iyinin kötüden, hakkın batıldan ayırt edilebilmesi için akıl sağlığı şarttır. Ama Kuran'ın bakış açısına göre insanın hakkı derk edebilmesi, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt etme gücüne sahip olması için beden sağlığının yerinde olmasının yanı sıra ruh sağlığına da sahip olması gerekmektedir.

Mutaffifin suresinde şöyle okumaktayız:

"Ona ayetlerimiz okunduğu zaman eskilerin masalları der. Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu onlar o gün rablerinden perdelenmişlerdir." [3]

Ruhi hastalıklara müptela olanlar, huzurdan da mahrumdurlar. Kıskançlık, kendini büyük görme, kin tutma, öfke gibi hastalıklar insan ruhunda huzur ve sükûnet bırakmamakta, yaşantıyı çekilmez hale getirmektedir. Aynı mide rahatsızlıkları, ayak ağrısı, elin kırılması gibi bedensel hastalıkların insanın huzurunu kaçırması ve yaşamını altüst etmesi gibi ruhi hastalıkların, bedensel hastalıkların dışa vurmasına sebep olması da mümkündür. Günümüzde psikologlar insanın bazı bedensel hastalıklarının, ruhsal hastalıklarıyla bağlantılı olduğunu ispat etmişlerdir. Örnek olarak; ruhsal bir hastalık olan depresyon, sindirim sisteminde sorun yaratarak bazı özel sindirim hastalıklarına sebep olabilmektedir. Elbette ruhi hastalıklar, şahıs üzerindeki hoş olmayan etkilerinin yanı sıra, toplumu da etkilemekte ve toplumun neşe, huzur ve emniyetini yok etmektedir. Netice olarak böyle bir toplum, değişik alanlarda istediği hedeflere ulaşamayacaktır.
Diğer taraftan bedenin sağlığını korumak için, sağlıklı bedenin özelliklerini, bedensel hastalıkları, hastalıkların sebeplerini ve tedavi yollarını bilmenin bir zaruret olması gibi, ruh sağlığını koruyabilmek için de sağlıklı ruhun özelliklerini, ruhi hastalıkları, hastalıkların sebeplerini ve tedavi yollarını bilmek bir zarurettir. Beğenilen ve beğenilmeyen davranışların özelliklerini bilen, beğenilmeyen özelliklerden kurtulmanın yolunu gösteren ilim, ahlak ilmi ve ahlak eğitimidir.
Bununla beraber insanın kişisel ve toplumsal saadeti, nefsin kirlerden arınıp temizlenmesine ve ahlaki faziletlerle süslenmesine bağlıdır. Allah Kuran-ı Kerim'de sonuncusu insanın nefsine edilen on yeminin ardından ve yapılması-yapılmaması, doğru olanı- olmayanı insanın nefsine ilham ettikten sonra şöyle buyuruyor:

"(Allah'tan başkasına tapmayarak) Nefsini yücelten kazanmış, (yaratıklara taparak) onu alçaltan da ziyana uğramıştır." [4]

Belki de bu yüzden Allah Teâla, İslam Peygamberinin (s.a.a) risaletinin temel hedeflerinden birinin insanların nefislerinin tezkiyesi ve arındırılması olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:

"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Oysa onlar önceden açık bir sapıklık içindeydiler." [5]

Peygamberimiz de (s.a.a) risaletinin hedefi güzel ahlaki özellikleri kemale ulaştırmak olarak açıklamış ve şöyle buyurmuştur:

"Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." [6]

Ahlak ve ahlak eğitiminin önemi, İslam ve İslam toplumlarına mahsus değildir. Edinilen tecrübeler insanın, dindar olsun olmasın her zaman, hatta modern dönemde ya da modern dönem öncesinde, ahlak ve ahlak eğitimine muhtaç olduğunu göstermektedir. Çağımızda batılı ülkeler deneysel bilim alanında ilerlemeler kaydettikçe ahlaki usullere, fazilete, ahlaki eğitime ilgiyi azalttılar ve bazı durumlarda ahlak ve ahlaki faziletlere karşı savaş açtılar. Ama yenilerde bu yönden kişi ve toplumun sağlığı ciddi zararlara uğradığı için, ahlak ve ahlaki faziletlere ve ardından ahlaki eğitime yöneliş, şaşırtıcı derecede artış göstermiştir.

Lickona [7] bu konuda şöyle söylüyor: "Gerçekten bize ne oluyor? Yeni doğanlar çöplüklerde, her yıl bir buçuk milyon ceninin kürtajı, çocuk istismarının her yıl daha da artması, çocukların dörtte birinin fakirlik içinde yaşaması. Gelecek nesiller, elli ya da yüz yıl sonra bu durumu nasıl görecekler? Birbiri ardına yapılan anketler, Amerika halkının büyük çoğunluğunun, ülkenin manevi ve ahlaki çöküş içerisinde olduğunu düşündüklerini göstermektedir. Okulların, ailelerin, kiliselerin, encümenlerin ve gurupların (tarih boyunca gençlere ahlaki mirasın aktarılmasından sorumluydular) bir araya gelip elbirliğiyle çocukların ahlaki yapılarını ve bilahare kültürümüzü düzeltmeleri gerektiği düşüncesi rüşt etmiştir. Okullar iyi huyların eğitilmesi alanında kendi paylarına düşen, yapabilecekleri şeyler olduğunun farkına vardılar. Onlar, huyları eğitmenin önceliğini kabul etmekle işe başlamalıdırlar. Zira bu hedef, okulun diğer işlerinin temelidir." [8]

Dr. Muhammed Davudi

--------

[1] İbni Miskeveyh, Tehzibu'l-Ahlak ve Tathiru'l-A'rak, s. 55.
[2] Bakara suresi, 10. ayet.
[3] Mutaffifin Suresi, 13-15. ayetler.
[4] Şems Suresi, 9- 10. ayetler.
[5] Cuma Suresi, 2. Ayet.
[6] Tabersî, Mekarimu'l-Ahlak, s. 8.
[7] Lickona, Thomas.
[8] Lickona, "Teacher's Role in Character Education"? in Journal of Education, vol.179, issue 2, p.1.

Alıntıdır. Kaynak: TEBYAN